Faşizm tehlikesi ve gerici savaşların, geri bıraktırılmış bağımlı kapitalist ülkelerin burjuva demokrasisini yeterince geliştirip kurumsallaştırmayı başaramamış olmalarına bağlanması, burjuva yazın dünyasında alıcısı da bol olan bir yalan olarak pazarlanıyor.
Tarihe yazılı vahşette sınır tanımayan Hitler faşizmi gibi bir ırkçılığın ve faşizmin emperyalist metropollerde bir daha asla zuhur etmeyeceği yanılgısı gerici propagandayla güçlendirilerek, burjuva demokrasisinin tek seçenek olduğu iddia edildi. Küreselleşen kapitalizmin, ekonomik büyüme ve refah artışını evrensel alanda gerçekleştirerek burjuva demokrasisini evrensel düzeyde kuracağı söylendi. Toplumların bu yalanlara inandırılması için propaganda makineleri çalıştırıldı. Her olanak bu amaç için kullanıma sunuldu. Kültür-sanat araçları da bu işe koşuldular.
‘Ebedi barış’ yalanı yerini yıkıcı savaşlara bırakıyor
ABD emperyalizmi önderliğinde kurulan emperyalist-kapitalist koalisyonların Yugoslavya’yı parçalaması “bölgeyi Slav şovenizminden kurtarmak(!)”, Afganistan’ı işgal edip ülkeyi savaş alanına çevirmesi de “ülkeyi Taliban’dan kurtarmak” olarak sunuldu. Ülkelerin Batı burjuva demokrasisi seviyesine yükseltilerek medenileştirileceği propagandası yapıldı. Bunu “Irak’ın Saddam’ın vahşetinden kurtarılarak Kürtlerin özgürleştirileceği” yalanı izledi. Nijerya, Somali, Pakistan ve bölgemizi emperyalist haydutların döktüğü kanla beslenen dinci çetelerin kanlı talimgah alanları yaptılar. Libya, Mali, Suriye ve Ukrayna’da aynı “kutsal” amaçlar uğruna kılıç altına yatırıldılar. Filistin ve kara Afrika ülkelerinin kanıksanan, yüzlerce ölü haberleri olmadıkça haber değeri bile taşımayan ülkelerin insanlarının kitlesel göçlerle yaşadıkları alanları terk etmek zorunda bırakılmaları emperyalizmin utanç belgesi olarak hep kanıyor. Kışkırtılan Ermenistan-Azerbaycan boğazlaşmasının piminin çekilmesi ise bir zaman sorunu olarak bölgenin gündemindeki yerini koruyor.
Emperyalist haydutlar savaş makinesi NATO aracılığıyla sürdürdükleri kanlı savaşlarının yanı sıra‚ “yumuşak” ekonomik güçleri ve IMF, DB, AMB gibi finans soygun araçlarıyla da ülkeleri sınırsızca yağmaladılar. Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Slovenya, Macaristan, Arjantin gibi ülkeleri ortaklaşa boğazladılar. Orman kanunlarının geçerli olduğu kapitalist dünyada, altta kalan elbette yalnızca bağımlı ülkeler olmadı. Emperyalist rekabet savaşında başa güreşenlerden de yenilenler oldu. İtalya’yı Fransa’nın AB’deki rekabet savaşındaki yenilgisi izledi. AB’de ekonomik üstünlüğünü kuran Alman kapitalist tekelleri bu üstünlüklerine dayanarak dünyanın yeniden paylaşımı savaşını tekrarlamak isteyeceklerdi, öyle de oluyor.
Dış politikadaki militarizmi içerde faşizm tamamlıyor
Uluslararası alanda girişilen kuralsız, dizginsiz, militarist rekabet savaşları, içeride milliyetçiliğin hortlatılmasıyla at başı ilerliyor. Yenilenler yenenleri suçluyorlar.
Devletler, sınırsız kâr hedefinin yön verdiği kapitalist üretim sürecinin toplumsal, ekonomik ve ekolojik alanda yol açtığı yıkıntıların üzerini kapatmaya çalışıyor, derinleşerek yaşanan bu yıkımların sorumlusu olarak rakiplerini hedef gösteriyorlar. Burjuva bireyci, egoist ve tatminsizlik kültürünün yüzyıllardır yarattığı toplumsal çürümüşlüğe dayanarak ve çılgınlık düzeyine varan tüketim ihtiraslarını çeşitli propaganda araçlarıyla kışkırtarak kitleleri bu yalana inandırmaya çalışıyorlar.
Kapitalizmin toplumları ve doğayı sürüklediği geleceksizlik korkusu, burjuvazi tarafından milliyetçi-faşist ihtiraslarla bastırılıp emperyalist rekabet savaşların imkanına dönüştürülmeye çalışılıyor. Irkçı-milliyetçilik ve gerici savaşlar modernize edilmeyi bekleyen ‘ilkel’ ülkelerin kaderi(!) olmakla sınırlı kalmıyor artık. Kapitalist barbarlığın en sınırsız kanlı diktatörlüğü demek olan faşizm tehlikesi emperyalist metropollerinde temel sorunu olarak siyasal gündemdeki yerini artık almış bulunuyor. Boko Haram, IŞİD, Müslüman Kardeşler veya Taliban gibi köy toplumlarının nispeten ağırlıklarını korudukları İslam inancına sahip ülkelerinin karşılaştıkları dinci-milliyetçi faşist saldırganlığı Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi, İngiltere’de UKIP, Almanya'da AFD veya PEGIDA (Batı’nın Müslümanlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar), Yunanistan’da Altın Şafak gibi faşist partiler tamamlıyorlar. Dinci-milliyetçi veya ırkçı-milliyetçi biçim altında çıkmaları, bu faşist partilerin bulundukları ülke ve bölgeye göre aldıkları bir biçimlenmeden öte bir anlam ifade etmiyor.
Eşzamanlılık tesadüf mü?
Faşist partilerin eşzamanlı olarak ortaya çıkmaları tesadüf değildir. Kapitalist sistemin krizi bir yanıyla toplumsal dinamikleri aktifleştirerek kendisine karşı harekete geçirirken, diğer yandan kitleselleşerek derinleşen yoksullaşma ve sefaletin gerçek nedenini göremeyen, kapitalist rekabet kültürünün teslim aldığı örgütsüz yığınları milliyetçi faşist ideolojiyle zehirleyerek sistemlerini ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Eşzamanlı olarak artan şovenizm ve faşist kudurganlık, yaygınlaşan emperyalist gerici savaşların, kapitalist sistemin krizinin ve bu krizin açığa çıkartarak daha da keskinleşmesine sebep olduğu kapitalist üretim sürecinin temel çelişme ve çatışması olan emek-sermaye çatışmasının sertleşmesinin sonuçlarıdır.
IŞİD, MHP, PEGIDA veya Le Pen farklı mı?
IŞİD veya PEGIDA bir madalyonun iki yüzüdürler. IŞİD’in saldırı ve katliamlarını dini motiflere dayandırması, PEGIDA’nın ise faşist-milliyetçi saldırganlığına İslam karşıtlığı üzerinden alan yaratmaya çalışması, burjuva ideolojisinin hakim ulus milliyetçiliğinin safkan biçimleri olarak karşımıza çıkıyor. IŞİD katilleri Ezidi toplumunu hedef yapmasıyla, PEGIDA’nın toplumun en azınlık kesimini, dahası kapitalist metropollerde en altta sefil bir yaşama mahkum edilerek ve güvencesiz olarak en düşük ücretlerle çalıştırılan, toplum dışına itilmiş İslam inancına sahip ülkelerden gelmiş göçmen topluluğunu hedef yapması, saldırıların gerisindeki ortak karakteri göstermesi bakımından oldukça öğreticidir.
MHP, BBP veya AKP’li faşist-milliyetçi-dinci çetelerin Suriyeli sığınmacıların kaldıkları baraka, çadır ve evleri devlet gözetiminde yakıp talan ederken kullandığı faşist argümanlarla PEGIDA’nın göçmenlere karşı kullandığı faşist argümanlar aynıdır. ‘Alman milliyetçiliği’ ‘Türk milliyetçiliği’yle yer değiştirmiştir. Almanya’daki ‘İslam korkusu’, yerini ‘Kürt ve Suriyeli düşmanlığı’na bırakmıştır. Buna karşılık Fransa’daki Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi göçmen ve İslam karşıtlığını AB’de hakimiyet kurarak Fransız tekelleri sofranın dışına iten Alman düşmanlığıyla birleştirmiştir. Ortak noktaları kapitalist sömürü sisteminin yol açtığı toplumsal ve sosyal yıkımların sorumlusu olarak, daha güçsüz kesimleri hedef yaparak, kapitalist tekel ve devletlerin saldırganlıklarına kitlesel destek sağlamaktır.
Faşizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden kopartılamaz!
Faşizme karşı mücadelenin başarısı için, yığınları aldatmak için kullanılan ulusal, dinsel ve yerel soslu aldatmacalar teşhir edilmelidir. Faşist kudurganlık ile bölgesel emperyalist savaşların kapitalist sistem ve onun kriziyle olan bağları döne döne teşhir edilmeli, faşizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleyle enternasyonal temelde birleştirilmelidir.