Emperyalist dünya, yine büyük bir kriz ve yıkımın eşiğinde. Kapitalist ekonominin teklemeye başlaması, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri “süper güç” olarak nitelenen ABD’nin hegemonyasının zayıflaması, bununla beraber artan emperyalistler arası rekabet günümüz dünyasını belirleyen gelişmelerdir. Günümüzde emperyalist dünya düzeninin tablosu, kapitalizmin savaş eğilimini daha şiddetli bir şekilde insanlığın gündeminde tutuyor.
Günümüz dünyasındaki yıkım ve savaş eğilimi emperyalist şefler üzerinden izah edilebiliyor: Trump’ın küstahlığı, Putin’in saldırganlığı, Merkel’in emperyalist hevesleri vb. Ancak kapitalizmin kısa tarihini incelediğimizde bile bunun saçmalığını görüyoruz. Birkaç yüzyıllık tarihine iki büyük dünya savaşı, yüzlerce ulusal savaş, onlarca kitle katliamı sığdıran kapitalizmi örgütlü, kurumsal ve sistematik şiddet olarak tanımlamak mümkündür.
Bir meta uygarlığı olan kapitalizmde üretimle ihtiyaç arasındaki bağ kopar. Bu sistemde üretim kâr için, pazar için, sermaye içindir. Giderek “üretim için üretim” halini alan sistem bundan dolayı kendinden önceki sınıflı toplumsal sistemlerin aksine durağan değil dinamiktir. Kârın yükselmesi için kapitalist daha ucuza, daha çok üretmek zorundadır. Bu da üretici güçlerin sürekli gelişmek zorunda olması demektir. Bir yanda toplum ihtiyaçlarının çok çok ötesinde bir ürün yığını vardır, diğer tarafta satın alma gücü günden güne düşen milyonlar… İşçiye verdikçe kârı azalan kapitalist, bu nedenle ücretleri düşürme eğilimindedir. Bu, aynı zamanda kapitalist pazarda bir tüketici de olan işçinin alım gücünü düşürür. Bu saçmalık kapitalist krizleri kaçınılmaz kılar.
Meselenin bir de kapitalistler arası ilişkiler boyutu vardır. Kapitalist pazarda büyük pastaya sahip olmaya çalışan kapitalistler birbirleri ile de yarış halindedirler. Olağan dönemlerde daha örtülü olan bu savaş, kapitalizmin krize girdiği süreçlerde açık hale gelir. Şu sıralar ABD ile Çin arasında açıktan yaşanan ticaret savaşları ya da bir hegemonya savaşı arenasına dönüşen Ortadoğu toprakları bunun göstergelerindendir.
Kapitalist sistemde hayatta kalmak güçlü olmakla mümkündür. Bu da tekelleşme eğilimini besler. Birleşerek güçlenmeye çalışan kapitalist şirketler, tekelleri oluştururlar. Ve bu tekeller dünya pazarında hâkimiyet alanlarını genişletmek için savaşıp dururlar. Bu bazen açıktan dünya savaşları biçiminde olur, bazen emperyalist müdahaleler şeklinde gerçekleşir, bazen de vekâlet savaşları şeklinde yürür. Ama değişmeyen, kapitalizmin ileri aşaması olan emperyalizmde savaşların baki olmasıdır. Lenin’in sözleriyle, “Sermaye uluslararası ve tekelci hale gelmiştir. (…) Kapitalizm altında güç kullanmaktan başka bir paylaşım zemini ve paylaşım ilkesi mümkün değildir. (…) Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamasının savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz. Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez bilakis bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizm altında tek tek işletmelerin ve tek tek devletlerin düzgün ekonomik büyümesi imkânsızdır. Kapitalizmde periyodik biçimde sarsılan dengeyi yeniden sağlamanın sanayide krizler ve siyasette savaşlardan başka bir yolu yoktur.”
Bu bilimsel saptama, tarihsel verilerle de teyit edilmektedir. Kapitalizmin savaş doğası militarizmi de güçlendiriyor. Örneğin Avrupa’nın ileri ülkeleri 16. yüzyılda 20 bin, 17. yüzyılda 20 ila 80 bin asker besliyorken, sanayi devrimi ile bu sayı İngiltere’de 300 bin, Fransa’da 400 bine, diğer ülkelerde de 100 bini aşan sayılara ulaşıyordu. Yine aynı şekilde tarihi incelediğimizde kapitalizmin gelişmesiyle savaşların sayısında da bir artış yaşandığını görüyoruz. Sanayi devriminin gerçekleştiği 18. yüzyılda 68 savaş yaşanmış ve 4 milyon kişi ölmüştü. 19. yüzyılda bu sayı 205 savaş ve 8 milyon ölüye çıktı. İnsanlık tarihinin en kanlı dönemi olan 20. yüzyıl ise 300 civarında savaşa ve 110 milyondan fazla insanın bu savaşlarda can verişine tanıklık etti.
Savaşlar giderek toplumun tamamını doğrudan kapsar hale geldikçe ve yıkımın boyutları arttıkça, savaşlarda ölen insan sayısının nüfusa oranı da giderek arttı: Bu oran 18. yüzyılda binde 5 ve 19. yüzyılda binde 6 iken, 20. yüzyılda binde 46’ya fırlamıştır. Kârı için üretici güçleri sürekli geliştiren kapitalizm, emperyalist hegemonya mücadelesi içinde militarizmi büyütüyor, silahlanma yarışını hızlandırıyor ve silahları daha geniş kitleler için ölüm makineleri haline getiriyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Nagazaki ve Hiroşima’da yapılanlar insanlığın belleğinden asla silinmeyecek utanç anıları olarak kalmıştır.
Sanayi devrimi ile üretimde yaşanan gelişmenin toplum için refah getireceğini vaaz edenler nasıl yanıldıysa, Sovyetlerin yıkılışının ardından ilan edilen tek kutuplu dünyanın da halklara barış getireceğini iddia edenler aynı şekilde yanılıyorlardı. Son 75 yıllık tarih bu iddianın yalanlanmasıdır. Emperyalist kapitalizm savaş demektir. İşçi sınıfı ve emekçi halklar bu akıl dışı sistemi tarihin çöplüğüne gönderdiğinde ise, işte o zaman insanlığın savaşsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi gerçeğe dönüşecektir.