Kapitalist bunalımlar, emperyalist ve gerici savaşlar günümüz dünyasına damgasını vuran en temel olgulardan biridir. Kapitalist dünya ekonomisinin bugünkü bunalımını sistemin temsilcileri 1929 yılında patlak veren ve ancak İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ile aşılabilen 20. yüzyıldaki büyük deprasyonla kıyaslamaktadırlar. Bugünkü bunalımın kapsamını ve derinliğini burjuvazinin kendisi tartışmakta ve bu olgusal gerçek genel kabul görmüş bulunmaktadır.
Kapitalist dünyanın ağır ve çok yönlü bunalımını, yeni bir emperyalist rekabet ve savaşlar dönemine giriş tamamlamış bulunuyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte artık “ebedi barış” döneminin de gelmiş olduğu kabul ediliyor, dünyanın evrensel barış ve refah dönemine girdiği propaganda ediliyordu. Beyinleri esir alan ve dünya ölçüsünde bu efsaneye olan inancı güçlendiren bu gerici ve aldatıcı propaganda eşliğinde Körfez’de emperyalist savaş patladı. Irak halkının başına yağan bombalar emperyalist propagandanın başına da yağmış oldu. Böylece kapitalizmin savaşa ve şiddete dayalı doğası ve militarist özü tüm çıplaklığıyla bir kez daha görülmüş oldu.
ABD emperyalizminin rakipleri karşısında inisiyatif elde etmeyi ve sarsılan dünya egemenliğini yeniden güçlendirmeyi amaçlayan bu ilk girişimi yeni bir savaşlar serisinin de başlangıcı oldu. Körfez Savaşı’nın ardından 1992-93’te Somali’ye, 1994’te Haiti’ye 1998 yılında NATO’nun Yugoslavya’ya karşı savaşı geldi. Bunları 2001’de Afganistan, 2003’te Irak, ardında Libya ve Suriye savaşları izledi. Özetle, Balkanlar, Kafkasya, Kuzey Afrika, İç Asya ve Ortadoğu emperyalist rekabet, müdahale, nüfuz mücadeleleri ve savaşlar coğrafyasıdır.
Ekonomik krizin tetiklediği sosyal ve siyasal bunalım sistemi yapısal bir tıkanmayla yüz yüze getirmiş bulunmakta ve bu durum emperyalist savaşlarla aşılmak istenmektedir. Tam da bundan dolayı artık dünyanın her bölgesi emperyalist saldırganlık ve savaş alanıdır. Dolaysıyla savaşlar tüm dehşeti ve yakıcılığıyla insanlığın gündemine bir kez daha girmiş bulunmaktadır. Bu yeni tarihsel dönemin en karekteristik özelliklerinden biridir.
Kapitalist sistemin çok yönlü bunalımı ve yol açtığı sonuçlar
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası döneme kapitalizmin uzun süreli iktisadi canlanması ve görülmedik düzeyde büyümesi eşlik etmişti ve ‘70’li yıllara gelindiğinde soluğu kesilmişti. Çok yönlü bunalımlar gerçeği içinde bulunduğumuz tarihi dönemin temel olgularından biridir ve temelinde iktisadi bunalım durmaktadır. Bunun sosyal ve siyasal bunalımları mayalayıp beslediği de genel kabul görmektedir. Sistemin bünyesindeki servet-sefalet uçurumu, sosyal kutuplaşma ve sınıflar arası sosyal uçurum tarihte bu denli büyümemişti. Bunun faturası on yıllardan beridir düzenli olarak işçi ve emekçilere ödetilmektedir.
Bunalımın derinleşmesiyle birlikte kapitalizmin hız kazanan ve derinleşen saldırıları, sermayenin insafsız sömürü ve kâr hırsı işçi sınıfını ve emekçileri harekete geçirmektedir. Sınıfın, emekçilerin ve ezilen halkların gitgide yükselen sesi ve yaygınlaşıp güçlenen mücadelesi artık dünyanın dört bir tarafında grevler, genel grevler, isyanlar ve halk ayaklanmaları biçimleri alarak gelişiyor. Kuşkusuz ki bu mücadeleler kendiliğinden patlamalardır, devrimci önderlikten yoksundur ve dolayısıyla kapitalizmin kendisine değil, sonuçlarına karşıdır. Fakat önemli olan bunların habercisi olduğu daha büyük fırtınaların sonradan sökün edeceğidir. Önemli olan proleter sınıf hareketinin ve halk ayaklanmalarının geleceğe damgasını vuracak yeni bir tarihsel dönem açılmakta olmasıdır.
Emperyalist-kapitalizm dünyanın yeniden paylaşımını dayatmaktadır!
Emperyalist-kapitalist güç odakları, şiddeti yoğunlaşarak devam eden bir hegemonya ve çığrından çıkmış bir silahlanma yarışı içindedirler. Daralan pazarlar ve önemi artan hammadde kaynakları üzerinde sert bir rekabete de girişmiş bulunmaktadırlar. Savaş gücünü ve kapasitesini yükseltmek ve savaş aygıtlarını güçlendirmek tüm emperyalist odakların temel amaçları arasındadır. Zira onlar çok yönlü bunalımın kapitalist sistemde yapısal bir tıkanmayı ve bu tıkanmanın da ancak emperyalist savaşlarlarla aşılacağını bilmekte ve dolayısıyla her biri kendi cephesinde savaşa hazırlanmaktadır. Dahası bugün dünyanın Ortadoğu, Kafkasya, Kuzey Afrika, Balkanlar, Orta Asya gibi bölgeleri emperyalist kapışmaların ve rekabetin, nüfuz mücadeleleri ve savaşların alanı olarak öne çıkmaktadır. Gelinen aşamada emperyalist müdahaleler ve bölgesel savaşlar sıradanlaşmış ve olağanlaşmıştır.
Ortadoğu bu bölgeler içinde emperyalistler için özel bir stratejik yere ve öneme sahiptir ve dünyanın ağırlık merkezi konumundadır. Bu bölge her şeyden önce kapitalist dünya ekonomisi için halen de yaşamsal öneme sahip olan bir petrol deposudur. Siyonizm vahşeti ve soluklu direnişiyle dünyaya mal olan Filistin kurtuluş mücadelesi, güneyde yarı bağımsız Kürt devletinin yanı sıra Rojova ve Kobanê direnişiyle kazanılan yeni mevziler üzerinde bölgeselleşen etkinliği daha da güçlenen ve emperyalistlerin özel ilgi alanına giren Kürt kurtuluş mücadelesi, her türlü ulusal ve dinsel boğazlaşmalar, IŞİD gibi vahşi karşı devrimci bir çetenin ve öteki gerici dinsel akımların etkinliği bu bölgenin sorunudur. Sayısız çözümsüz sorunların ve çok karmaşık çıkarların alanı olan bu bölge, emperyalist güçlerin tırnaklarını geçirdiği ve yeniden dizayn edilmesinin ihtiyaç haline geldiği bu coğrafyada yoksulluk ve sefalet kol geziyor. Toplumsal-siyasal çelişkilerin sertleştiği, çağdışı sayılması gereken despotik yönetim tarzının ve gericiliğin hüküm sürdüğü tam da bundan dolayı demokratik sorunların ve özgürlüklerin en sert bastırıldığı ve bu özlemlerin büyüdüğü bir alandır. Tüm bunlar bölgeyi yeni bir emperyalist paylaşım mücadelesinin potansiyel tehlikesi haline getiren unsurların bazılarıdır.
Dünya hakimiyetinin kilit noktası olarak Ortadoğu
1. Körfez Savaşı, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle ortaya çıkan "Yeni Dünya Düzeni"nde çeşitli emperyalist mihrakların konumları ve ilişkilerini deneme imkanı sunmuştu. ABD emperyalizmi Körfez Savaşı’nı sarsılan dünya liderliğini yeniden kabul ettirmek için bir fırsat olarak değerlendirmiş, Ortadoğu’da kendi arzuladığı düzeni kurmak ve güvenceye almak istemişti. Bunları dünya hakimiyeti uğruna Afganistan ve Irak işgali gibi başka adımların izlediği biliniyor.
Bu adımlar, ABD emperyalizminin BOP stratejisi üzerinde jeostratejik kaynakları kontrol altına almak, rakip emperyalist güç odaklarının etkisini zayıflatacak, küresel hegemonyasını koruyup pekiştirecek önemli çıkışlardı. Fakat Afganistan ve Irak bataklığında yıpranarak ve imaj kaybederek çekilmek zorunda kalması, Rus emperyalizminin sadece eski hegemonya alanlarında etkisini yeniden güçlendirmekle kalmayıp Ortadoğu’da da çıkışlar yapması ve bunu Sovyetler döneminde var olan Tartus Limanı’nı güçlendirmekle kalmayıp Lazkiye’de hava üssü kurmayla güçlendirmesi ve böylece İncirlik’in 180 km güneyinde “oyun değiştirici” bir güç olarak belirmesi, Çin ve İran faktörü ve daha bir dizi etken bölgedeki güç ilişkileri ve dengelerinde yeni bir dönemin işareti sayıldı. Başlangıçta Suriye rejiminin yıkılacağı ve bu vesileyle Rusya-İran odağının zayıflayacağı inancı üzerinde uzun süre şeriatçı-faşist hayvan sürüleri olan IŞİD’e destek sunan ABD emperyalizmi, beklentilerinin gerçekleşmediği, tersine Rusya-İran ekseninin bir güç dengesi yaratmayı başarması, öte taraftan ise IŞİD’in BAAS devleti kalıntılarıyla ittifak halinde petrol alanlarını ele geçirmeye başlaması ABD’yi “IŞİD’le mücadele eden koalisyon”un önderliğini üstlenmeye mecbur etti ve IŞİD’i önemli bir tehdit olarak ilan etmek zorunda bıraktı.
Gerçekte ise bizzat kendi eseri olan IŞİD halen de onun elinde yeri geldiğinde bölgedeki çıkarları doğrultusunda rakiplerine karşı kullanacağı bir alettir ve halihazırda hiç değilse Suriye’yi güçten düşürmek için belli sınırlar içinde kullanmaktadır da. ABD emperyalizmi halen de bölgenin egemenidir ve bölge devletlerinin tavizler içerecek şekilde çıkarlarını bağdaştırmak gibi son derece zor olan görev üstlenerek ve bunu başka hamlelerle birleştirerek Rusya-İran eksenini zayıflatmak ve bunlara Esad’sız bir Suriye'yi kabul ettirmek sayısız hesaplardan sadece biridir.
Her biri ayrı bir küresel güç odağı olan ABD, AB, Rusya ve Çin’in Ortadoğu üzerinden birbirileriyle kıyasıya bir hegemonya rekabeti içinde olmaları ve bu ihtiyaç üzerinden bölge devletleriyle kirli pazarlıklara ve anlaşmalara dayalı ilişkiler geliştirmeleri büyük insani yıkımlara yol açmakta, bölge halkları ulusal, mezhepsel, dinsel ve etnik boğazlaşmalar içinde tüketilmektedir.
Fakat Ortadoğu’nun bir başka gerçeği de şudur: Emperyalist müdahalelerin ve despot rejimlerin baskı ve terörü altında bunalan, tam da bundan dolayı demokrasi ve özgürlüklerden yoksun kalan, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin, köleliğin ve aşağılanmanın, büyük sosyal yıkımın pençesinde kıvranan, boğazlaşmalar içinde tüketilen Ortadoğu halklarının sınıfsal-toplumsal ihtiyaç ve özlemleri güçlenmekte, emperyalizme duydukları öfke büyümektedir. Emperyalist egemenliğe, kapitalist sömürüye ve despotik rejimlere karşı öfke patlamalarıyla kitleler çıkış aramaktadır. Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Gezi üzerinden Türkiye ve İran’da büyük işçi mücadeleleri, isyan ve direniş hareketleri, halk ayaklanmaları, Filistin direnişi, Kürdistan’da direnme savaşı ve kazanılan yeni mevziler vb. gelişmeler kitleleri ve halkları aldatmanın baskı ve gericilikle zaptetmenin belli sınırları olduğunu göstermektedir. Son haftalarda Irak ve Lübnan’da yaşananlar bunun başka güncel örnekleri sayılmalıdır. Basra’da dev kitle gösterisi ve Lübnan’da çözülemeyen çöp sorunu üzerinden patlayan kitle isyanı dalgası sistemdeki tıkanmanın işaretleridir. Özetle; Ortadoğu yukarıda özetlenen nedenlerden dolayı yeni bir emperyalist paylaşım savaşının olduğu kadar devrimci olanakların da merkezidir.
Ortadoğu ve sömürgeci Türk burjuvazisi
Türk burjuvazisi sadece Ortadoğu'da değil, kendisini çevreleyen tüm bölgelerde emperyalist rekabet, müdahale ve savaşların dolaysız olarak içindedir ve ABD’nin militan bir tetikçisidir. Ortadoğu’daki rolünü ABD’nin biçtiği uşaklık çerçevesinde arsız ve kişiliksiz bir şekilde yerine getirmekte ve Türkiye’yi emperyalizmin halklara karşı bir üssü olarak kullanmaktadır. Her zaman olduğu gibi Suriye politikasında da emperyalizmin hizmetinde oynamakta olduğu rolün gereklerine uygun hareket etti ve uşaklıkta efendilerini bile şaşırtan davranışlar gösterdi. ABD emperyalizminin güdümünde “bölge gücü” olmanın ve Osmanlı’ya heveslenmenin gerekleri görünümünü vermek ve bunu böyle propaganda etmek Türk burjuvazisinin arsız bir davranışı oldu.
İşbirlikçi büyük burjuvazi ve onun politik temsilcisi AKP, şeriatçı-faşist çetelere tam destek sunarak, Suriye’ye karşı saldırgan ve savaşçı bir politika izleyerek bölgede yayılmacı bir güç olmayı amaçladı. Bir taraftan efendisinin bölgedeki hesaplarının Suriye üzerinde tutmaması öte taraftan ABD’yle çelişen Suriye politikasıyla da boyunun ölçüsünü almış oldu. Suriye sınırında Kürt Rojava kantonlarının oluşması ise onun kaygılarının büyüttü. Her açıdan ve düzeyde destekleyip Kürt halkının üzerine sürdüğü IŞİD’in Şengal ve Kobanê direnişleriyle püskürtülmesi, Kürt ulusunun Rojava, Şengal, Tel Abyad’daki büyük inisiyatif ve kazanımlarını da hazmetmesi beklenemezdi. Sömürgeci sermaye iktidarı Kürt hareketinin Rojova ve Kobanê’deki kazanımlarını tasfiye etmek, Kuzey Kürdistan’daki insiyatifini kırmak amacıyla Kürt hareketine karşı yeni bir savaşa girişmesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.
Sömürgeci Türk devleti ABD’nin koşullu onay ve desteğini de arkasına alarak Kürt ulusal hareketine ve halkına karşı katliamcı bir savaş başlattı. Kandil günlerce bombalandı, Kürt hareketinin özerklik ilanı ise seri cinayetler ve Cizre örneğinde görüldüğü gibi toplu cezalandırmayla yanıtlandı. Bunu Türkiye’nin metrepollerinde Kürt avına çıkılarak azgın bir saldırganlık izledi. Öncelikle Kürtler olmak üzere ilerici, demokrat toplumsal muhalefetin tümü ve devrimci akımlar dizginsiz bir devlet terörüyle karşı karşıya kaldı.
Komünistler ve devrimciler emperyalizmin bölgedeki saldırgan ve savaşçı girişimlerini, bunun içinde Türk burjuvazisinin tutuğu konumu kitleler içinde teşhir etmek, emekçilerde emperyalizme karşı devrimci bilinci ve duyarlılığı geliştirmek, kardeş Kürt halkının haklı ve meşru davasını cepheden savunup sahiplenmek ve Türkiye işçi sınıfını politik bir taraf haline getirerek, odağında devrimcileşmiş bir işçi sınıfı hareketinin bulunduğu birleşik devrimin önünü açmak görev ve sorumluluğuyla yüz yüzedirler.