Gazeteci Hrant Dink, dokuz yıl önce bugün Şişli’deki Agos gazetesinin önünde, Trabzon’dan gelen tetikçi Ogün Samast tarafından vurularak öldürüldü. Bu, yalnızca bir gazeteci cinayeti değildi. Dink’in ölümünden üç yıl önce, 2004 yılında başlayıp bugün hala devam eden ve aslında, daha ne kadar süreceği bile kestirilemeyen bir hukuk cinayetiydi. Aynı zamanda, iktidar ve istihbarat savaşlarının bir sonucu ve aracıydı bu cinayet...
Samast’ın cinayeti işledikten sonra Trabzon’a gitmek üzere bindiği otobüsü Samsun’da durduran polis ve jandarmalar, bu “çocuk katili” kahraman gibi karşılamıştı. Eline Türk bayrağı verip yanında fotoğraf çektirmek üzere sıraya girmiş güvenlik güçleri, bu cinayetin hangi “mutabakat” sayesine işlendiğini kanıtlıyordu. Sonraki günlerde fark edildi ki bu mutabakat, devletin bütün katmanlarına yayılacak kadar köklü ve güçlüydü. Ancak her suç mutabakatı gibi bu da kuşkusuz çatlayacaktı. Nitekim öyle oldu.
Ogün Samast’ı azmettiren kişinin 2004’te Mc Donalds’ı bombalayan Yasin Hayal adlı, Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nce takip edilen biri olduğu anlaşıldı. Bombalı saldırıya Hayal’e yardım eden kişi ise üniversiteli Erhan Tuncel’di. Bu iki saldırgan, Büyük Birlik Partisi’ne bağlı Alperen Ocakları’nın üyesiydi. Hayal tutuklanırken, suç ortağı Tuncel, Trabzon Emniyeti’nde “Yardımcı İstihbarat Elemanı” olarak alındı. Tuncel, cinayetten bir yıl önce irtibatta olduğu polislere, Hayal’in Dink’e suikast yapmayı planladığını anlattı. Özetle Trabzon Emniyeti, cinayetten haberdardı. Suikastın yapılacağını hem Ankara’daki İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na, hem de Dink’in yaşadığı İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’ne ‘F4’ adı verilen birer rapor ve üst yazıyla bildirdi. Yazıların akıbeti ne mi oldu? Trabzon ihbarının gereğini yapmadı; Ankara evrakı sümenaltı etti; İstanbul ise öldürülecek olan Dink’i korumak üzere harekete geçmedi. Bu arada Trabzon İl Jandarma Komutanlığı da cinayetin işleneceğini tam altı ay önceden öğrenmişti. Buna rağmen jandarma, en hafif deyimle, cinayeti seyretmeyi yeğledi.
Suç ittifakı
Bu esnada ülkede, “Ergenekon” adı verilen, iddiaya göre iktidarı devirmeyi amaçlamış bir örgüte yönelik art arda operasyonlar düzenlenmeye başlandı. Merkezinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin olduğu, varlığı iddia edilen bu örgütün, Dink cinayetini de işlettiği ileri sürüldü. Hatta davanın savcısı Zekeriya Öz, ilk iddianamesinde Dink cinayetini bu örgütün eylemleri arasında saydı. “Kafes” adı verilen, yine bir grup subaya yönelik yargılama kapsamında da TSK ile Dink’in öldürülmesi arasında bağlantı olduğu ileri sürüldü. Tüm okların bu davaya dönmesinin haklı bir sebebi vardı: Çünkü Dink yaşarken, kendisini en çok rahatsız ve tedirgin eden emekli Tuğgeneral Veli Küçük ve Avukat Kemal Kerinçsiz bu dava kapsamında tutuklanmıştı. Haliyle beş yıllık evrede Dink’in katilleri “Ergenekon”un içinde arandı. Esasen, emniyet ve yargıdaki Gülen Cemaati üyesi olduğu savunulan hakimler, savcılar ve polislerin yönlendirdiği bu arayış, gerçeğin karartmaya yönelik bir işlev görüyordu. İktidarı elinde bulunduran Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), cemaat üyesi bürokrasiye “ne istiyorsa veriyor”du.
İttifakın yol açtığı karatma döneminde, olumlu sayılacak tek gelişme, Trabzon’daki jandarmaların yargılanması, kurumdaki suç ittifakının faş edilmesi, başta İl Jandarma Komutanı Albay Ali Öz olmak üzere üç jandarmanın mahkum edilmesi oldu. Fakat aynı sırada, oklar TSK’ya yöneldiği için, Trabzon-Ankara ve İstanbul’daki polis şeflerinin ihmalleri bilinçli şekilde gözden kaçırıldı. Sadece adalet gecikmedi; gerek iktidar, gerekse cemaat safında olup yargılanması gereken kişiler korundu, bir bir ödüllendirildi ve terfi ettirildi. Örneğin, eski İstanbul Valisi Muammer Güler İçişleri Bakanlığına, eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah Osmaniye Valiliğine, eski Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek İstihbarat Dairesi Başkanlığına, İstihbarat Dairesi C Şubesi Müdürü Ali Fuat Yılmazer ise İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne...
İktidar blokundaki ittifak, kendi safındaki kamu görevlilerini korumak ve terfi ettirmekle kalmadı; karşıt olarak gördüğü kişileri, Dink cinayeti üzerinden “Ergenekon”a katarak etkisizleştirdi. Dink’te ihmal sahibi polis şeflerinin Ergenekon Davası’nın “beyin takımı” olması, bu operasyonu mümkün kılmaktaydı. Sonunda, cinayeti araştırırken bu polis şeflerine dokunan gazeteci Nedim Şener, “Ergenekon” ile ilişkilendirilerek, cezaevine gönderildi. Öyle kirli bir ittifaktı ki bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı gereğince kamu görevlileri hakkında açılan soruşturma dosyasına bakma görevi dahi, cemaatle bağlantı olduğu iddia edilen bir savcıya, Muammer Akkaş’a verildi. Dolayısıyla, soruşturma adı altında failler korundu.
Aralarında Samast, Hayal ve Tuncel’in de bulunduğu, cinayeti gerçekleştiren bir grup sanık hakkında açılan karar açıklandığında; 5 yıllık karartma da sarsılmış oldu. Zira mahkeme, “Cinayetin arkasında örgüt yok” demiş ve ceza alması beklenmekte olan Tuncel’i tahliye etmişti. Geç en sürece “Ergenekon”a ikna edilen toplum açısından bu “örgütsüzlüğü” izah etmek, müşkül bir meseleydi.
Ergenekon'dan C5’e...
Ta ki 17-25 Aralık 2013’e kadar... MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012 yılı başında KCK soruşturması kapsamında gözaltına alınmak istenmesi ile başlayan iktidar içi çatlak, cemaatin “yolsuzluk dosyası” hamlesiyle açık savaşa dönüştü. İki yıldır sürdürdüğü Dink soruşturması kapsamında bir gün olsun kamuoyunu bilgilendirme gereği duymayan Savcı Akkaş, 25 Aralık soruşturmasındaki kararları yerine getirilmediği için adliye önünde bildiri dağıtırken görüldü. Doğal olarak, Emniyet’te Akyürek ve Yılmazer ile Adliye’de Öz ve Akkaş ile vücut bulan cemaat yapılanması ilkin tasfiye edildi, sonra tutuklandı. Akkaş ve Öz ise yurtdışına kaçtı.
Dink dosyası bugünlerde yeni savcılara devredildi. Dosyayı devralan son isim Savcı Gökalp Kökçü’ye verildi. Kökçü, soruşturma kapsamında Akyürek ve Yılmazer’e dokunurken, mevcut İstihbarat Dairesi Başkanı Engin Dinç, dönemin İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler ve Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ı sanıklar arasında koyunca yeni bir iktidar savaşı başgösterdi. Bilhassa Dinç, iktidarın cemaate karşı verdiği mücadelede, konumu itibariyle etkin bir rol alıyordu. Güler ve Altay da iktidarla aynı saftaydı. Bu nedenle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, üç şüphelinin sanık listesinden çıkarılması için iddianameyi iki kez iade etti. Fakat Kökçü direndi ve nihayet başardı. Sekiz yıl sonra ilk kez, Emniyet ayağında, o tarihe kadar bu suç etrafından kadar ittifak kurmuş ve bugün karşı karşıya gelmiş hangi polis şefi varsa, isimleri aynı iddianamede alt alta yazıldı.
Savcı Kökçü’ye göre Yılmazer, görev yaptığı süreçte İstihbarat Dairesi Başkanlığı bünyesinde, ulusalcı hareketleri takip ve “Ergenekon” davasına zemin oluşturmak için “C5” adlı hukuk dışı bir şube kurmuştu. Tasarladığı operasyonları gerçekleştirebilmek için de Dink cinayetine yol vermiş ve göz yummuştu. Yılmazer açısından suçlama böyleyken, onunla karşı cephede yer alan Dinç hakkında da ağır suçlamalar yöneltildi. Dinç’in “Ben İstanbul’u arayıp ‘Dink’i öldürecekler, koruyun’ dedim” şeklindeki ifadesinin gerçek dışı ve “suçtan kurtulmaya dönük” olduğu tespit edildi. Dinç’in cinayeti işleyecek kişileri bilmesine rağmen açık ve yakın tehlike altında bulunan Dink’in yaşama hakkını korumadığı, kesin istihbari bilgiye sahip olduğu halde cinayet tasarısına ilişkin bilgilerin bir kısmını devlete aktarmadığı, elinde yeterli delil ve kamu gücü bulunmasına rağmen örgüte operasyon yaptırmadığı savunuldu.
Dokunan yanar!
İddianamedeki bu ağır ithamlar, demokrasinin iktidar savaşlarına kurban edilmediği bir ülkede, Dinç’in görevinden alınmasına yol açardı. Bekleneceği üzere tam tersi oldu: İddianame açıklandıktan sonra Savcı Kökçü’nün görev yeri değiştirildi. Elde, soruşturmanın, jandarma yönelik ayağı kaldı. Soruşturmaya hangi savcının atanacağı ve jandarma hakkında ne işlem yapacağı şimdilik bilinmiyor. Fakat bütün bu hikayenin başından bu yana yaşandığı şekliyle, müstakbel savcının, “korunacak” kişilere dokunduğu anda “yanacağı” pekala biliniyor.
İsmail Saymaz - Radikal / 19.01.16