Büyük zindan direnişinin 14. yıldönümü

Şanlı direnişte şehit düşen devrimcilerin önünde bir kez daha sonsuz saygı ile eğiliyoruz. 19-22 Aralık’ı unutmak devrime ihanet olduğu gibi, katliamı ve direnişi gerçekten anlayabilmek ise ihtilalci devrimci kimliği güçlendirmekten geçiyor.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 19 Aralık 2014
  • 09:21

19-22 Aralık cezaevleri katliamının üzerinden tam 14 yıl geçti. Devletin devrimci tutsakları teslim alma politikasının bir parçası olan 19 Aralık katliam saldırısı, sergilenen destansı direnişle belleklere kazındı. F tipi hücrelere geçmeyi reddederek, ölüm orucuna başlayan devrimci tutsaklar sermaye devletinin faşist terörüne maruz kaldılar. Nazi Almanyası’nı aratmayan vahşet yöntemlerine karşı tutsaklar sadece bedenleri ve sloganları ile direndiler. 19 Aralık, sermayenin iktidarını ancak kan akıtarak koruyabileceğini, bunun karşısında işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların ve onların öncüleri konumundaki devrimcilerin boyun eğmezliğini bir kez daha kanıtlamıştır.

Burjuva cumhuriyeti 20. yüzyılın ilk soykırımı üzerinde yeşermeye başlamış, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi ile sermaye, saltanatını kan akıtarak koruyacağını açıkça göstermiştir. Irkçı bir anlayışla kurulan cumhuriyet, azınlıkları ve Kürt halkını imha etmeye girişmiştir.

60’lı yıllarda ise emekçiler, öğrenciler mevcut barbarlık rejimine karşı başkaldırmış, dünya üzerinde esen devrimci rüzgarın bir parçası olarak mücadeleye girişmişlerdir. ‘68 fırtınasını, ‘71 devrimci çıkışı izlemiş, çıkışın önderliğini yapan genç devrimciler, devlet tarafından katledilmişlerdir. Denizler’in, Mahirler’in, İbolar’ın “düzene karşı devrim” bakışı, teslimiyeti reddetmeleri şanlı 19 Aralık Direnişi’ni yaratan geleneğin de başlangıcıdır.

 

Direniş mekanları: Zindanlar!

Devrimcileri cezaevlerine doldurmak ise düzen için yeterli olamıyordu. Binlerce kişi duvarların içerisinde olsa dahi devrime duyulan inanç korunuyor, düşmanın tüm kısıtlamalarına karşın paylaşım, yoldaşlık ve yaratıcılık devreye giriyor, duvarlara rağmen mücadele sürdürülüyordu. 12 Eylül cuntasın dahi tutsakları teslim alamadı. Diyarbakır Zindanı’ndaki kıvılcım diğer cezaevlerine de sıçradı. Tutsaklar tek tip elbise ile giydirilmek istenen kimliksizleştirme saldırısını yırtarak parçaladılar.

‘90’lı yıllarda ise devlet teslim alamadığı tutsakları tecrit etmeyi, onları bu şekilde birbirlerinden ve dünyadan yalıtmayı hedefledi. Bu hedefini tutsakların can bedeli direnişi sebebiyle hayata geçiremedi. Ancak işkence ve katliam politikası hiç eksik edilmedi. Diyarbakır, Buca, Uşak ve Ulucanlar’da gerçekleşen katliamlarda onlarca devrimci katledildi. 1996 SAG ve Ölüm Orucu direnişi ise 12 şehit pahasına hücre saldırısını püskürtmeyi başardı.

‘96’da geri adım attırılan devlet vakit kaybetmeden emperyalist efendilerinin de tavsiyeleriyle hücre tipi cezaevlerinin yapımına koyuldu. Demokrasi havarisi kesilen Avrupa devletlerinin söz konusu olan devrimciler olunca tecriti onaylamalarına ayrıca dikkat çekmek gerekiyor.

 

“Hücrelere girmeyeceğiz!”

Cezaevlerine yönelik saldırının altında ise kölelik rejiminin sürdürülmesi yatmaktadır. IMF reçetelerini uygulama ihtiyacı, aynı zamanda işçi ve emekçilerden duyulan derin korku onları devrimcilere saldırmaya itmiştir. Bu sebeple 90’lı yıllarda devrimciler zindanlarda tutsak edilmiş, yetmemiş hücrelere kapatılmak istenmişlerdir. Başbakan Ecevit açıkça dışarıyı teslim almadan önce öncülerin, zindanlardaki devrimcilerin teslim alınması gerektiğini söylemiştir.

19 Aralık’a gelinmeden önce ise F tipi tecrit hapishanelerinin inşası bir çok yerde tamamlanmak üzereydi. F tipi doğrudan insanlığa yönelik bir saldırıydı. Hücrelere kapatılacak devrimcilerin birbirleri ile haberleşmelerinin asgariye indirilmesi, yalıtım ile birlikte tutsakların fiziki ve psikolojik olarak çökertilmesi hedefleniyordu.

Tutsaklar bu kapsamlı saldırı karşısında direnmeyi seçtiler ve “Hücrelere girmeyeceğiz” diyerek Ölüm Orucu’na başladılar.

Devlet ve medya ise F tipini överken Ölüm Orucu eylemini karalamaya çalışıyordu. Tüm karalamalara karşın hücre saldırısına karşı direniş içerde ve dışarda devam etti. Ölüm Orucu direnişine “sahte oruç” diyenler, katliam ile birlikte bu söylemlerine “kanlı iftar” sözünü ekleyecek kadar iğrençleştiler. Günün sol geçinen gazeteleri dahi açıkça F tipini savundu, devletin cezaevleri “fethini” selamladı.

 

Katliam ve direniş

19 Aralık 2000’de sabaha karşı devlet Kıbrıs işgalinden sonraki en büyük askeri harekatını cezaevlerine yaptı. 20 cezaevine gerçekleştirilen baskına 10 bin asker katıldı. İş makineleri ile duvarları yıkanlar, büyük bir insanlık suçu işlemekten de kaçınmayacaklardı. Operasyonda ağır silahlar, sinir gazları, yangın bombaları kullanıldı. Tutsakların bir çoğu yakılarak ve kurşunlanarak öldürüldü. Askerler attıkları kimyasallar sonucu yanan tutsaklara benzinli battaniyeler attılar.

Katliam karşısında devrimci tutsakların bedenlerinden ve berrak bilinçlerinden başka bir silahı yoktu. Eldeki silahlarıyla savaşa giriştiler. Kurşunlar altında, ateşin içinde halaya durdular, marşlarını söylediler ve sloganlarını haykırdılar. Bazı cezaevlerinde devletin içeriye girebilmesi günlerce sürdü, katliam 22 Aralık gününe kadar devam etti. 28 devrimci tutsak bu saldırılarda şehit düştü. 600’ü aşkın tutsak yaralandı ya da sakat kaldı.

“Ölüm Oruçları’nı bitireceğiz” diyen devlet kanlı operasyonun adını “Hayata Dönüş” koymuştu. Daha sonra ortaya çıktı ki operasyonun ismi “Tufan” imiş. Dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan operasyona bir yıldır hazırlandıklarını, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ise kendilerinin 200 ölü beklediğini, bu yüzden ölü sayısının az olduğunu söylüyordu. Devlet ile tutsaklar arasında diyaloğu sağlayan aydınlar ise devletin kendilerini kandırdığını, gerçek amacın katliam olduğunu belirteceklerdi. Devletin saldırısı Ölüm Oruçları’nı bitiremediği gibi daha da büyüttü. Ölüm Orucu’na giren tutsakların sayısında büyük artış yaşandı.

Dönemin reformist hareketleri direnişe kayda değer bir destek vermediler. Özellikle SİP-TKP katliamla birlikte bir dönemin sona erdiğini, artık kendi ‘devrimci’ çizgilerinin yeşereceğini söylüyordu. EMEP ve ÖDP gibi reformist partiler ise katliama doğru direnişe yönelik desteklerini en aza indirgediler yahut çektiler. Kürt hareketiyse Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile başlayan teslimiyet sürecinin sonucu olarak F tipi ve katliam karşısında sessiz kaldı.

Katliamın sonrasında F tipi cezaevlerinde devrimci tutsaklar ağır tecrit koşullarına, işkencelere maruz kaldılar. Buna rağmen Ölüm Orucu direnişi sürdürüldü. Devlet direniş karşısında saldırmak dışında adım atmadı. Günümüze kadarki süreç içerisinde katliamlar ile birlikte Ölüm Orucu direnişinde 122 devrimci şehit düştü. AKP döneminde de aynı şekilde devam eden tecrit saldırısı karşısında devrimciler cezaevlerinde direnişlerini başka araç ve yöntemlerle sürdürüyorlar. Katliamlar karşısında burjuva adalet ise katliamın üzerini örtmeye çalışıyor, katiller cezasız kaldığı gibi ödüllendiriliyor.

Şanlı direnişte şehit düşen devrimcilerin önünde bir kez daha sonsuz saygı ile eğiliyoruz. 19-22 Aralık’ı unutmak devrime ihanet olduğu gibi, katliamı ve direnişi gerçekten anlayabilmek ise ihtilalci devrimci kimliği güçlendirmekten geçiyor.