Sermaye devletinin hukuk sisteminde gün geçmiyor ki yeni bir skandal yaşanmasın. Erdoğan imzasını taşıyan bu hukuk skandalları Türkiye’yi artık uluslararası gündemde ilk sıralara taşıyor. Toplumsal muhalefetin Erdoğan’ın gazabına uğramayan neredeyse hiçbir kesimi kalmadı. Onun öfkesinden nasibini almak için devrimci bir platformda yer almak, Kürt hareketinin aktif bir militanı olmak da gerekmiyor artık.
Bu düzen sınırları içinde insan haklarından yana olmak, en basit hak ve özgürlükleri, hatta yaşam hakkını savunmak bile hedef olmaya yetiyor. Hastaları müşteri olarak gören, sağlık hakkını daha da ulaşılmaz kılan anlayışa karşı çıkmak, sağlık sisteminin bir sektör olarak hayata geçirildiği şehir hastanelerine itiraz etmek, doğanın talanına hayır demek, barış istemek, çocuklar ölmesin demek, üçüncü havaalanı inşaatında olduğu gibi insanca çalışma koşulları istemek hapishanelere açılan mahkeme kapılarından içeri girmek demek. “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla yapılan sosyal medya gözaltıları artık olağan hale geldi.
İstediğini yazmayan gazetecileri, kendisi gibi düşünmeyen aydınları, uygulamak istediği adaletsizliklere karşı çıkan hukukçuları, hayata geçirmeye çalıştığı sağlık sistemini eleştiren hekimleri, duymak istemediği şeyleri söyleyen sanatçıları hapse attıran bir figür olarak Erdoğan, yaptıklarıyla bu düzende hukuk sisteminin ne kadar sahte olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Sadece kendisini teşhir etmemekte, güçlünün elindeki burjuva hukukun nasıl bir diktatör yaratabildiğini göstermektedir. Mevcut anayasada yer alan, hiç kimsenin hakim ve yargıçları yönlendiremeyeceği, direktif veremeyeceği ilkesinin iş uygulamaya gelince nasıl boş bir söz yığını olduğunu tekrar tekrar ispatlamaktadır Erdoğan.
İktidarda olan, 12 Eylül karanlığının “asmayıp da besleyelim mi” anlayışının günümüze uyarlanmış “hapse atmayıp da besleyelim mi” halidir. İktidarda kalmak için kendi kitlesine oynayan bu anlayış, diğerlerini bertaraf etmek için sürekli birilerini hedef almaktadır. Kutuplaştırarak kendi konumunu sağlamlaştırdığını düşünmektedir. Bu politika burjuva düzenin sınırlarını da göstermektedir. Demokrasiymiş, yasalarmış, kuvvetler ayrılığıymış, adaletmiş hak getire! Şimdi tüm bunlar sadece kalın hukuk kitaplarında yazan ama uygulanmayan boş sözler yığını olarak orta yerde duruyor.
Kapitalist sistemde hukukun üstünlüğü değil, bu piramitte üstte olanların, üstünlerin hukuku yürürlüktedir. Sistemin ihtiyacına kim en iyi cevap veriyorsa, yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarını kim en iyi koruyorsa onların ayrıcalığı vardır. Bu dün bir başkası, bugün Erdoğan’dır, yarın yine başkası olacaktır. Sistemin işleyişi rayına oturduğunda, ne kadar sürerse sürsün o ara dönemlerde oynanan bir demokrasi oyunudur. Oyun kurucularının taktıkları demokratlık maskesini aynı beceriyle çıkarıp bir diktatöre dönüşmeleri şaşırtıcı değil, kaçınılmazdır.
Faşist baskı ve terörün arttığı, yaşam hakkı dahil en temel insani haklarının, düşünce özgürlüğünün gasp edildiği böylesi dönemlerde çözüm reçetesi olarak istendiğinde yenilenebilen, çok kolay hile yapılabilen seçim sandıklarını sürekli işaret etmek de bu düzenin böyle sürmesi içindir.
Hak ve özgürlüklere giden yol sistemin her defasında başa sarması için çalışmaktan değil, toplumsal eşitsizliklerin, adaletsizliklerin yegâne kaynağı olan bu düzeni yıkmaktan geçmektedir. En basit insani talepler için bile başka yol ve çare yoktur. Zorun gücüne karşı çıkmak için bir başka güce ihtiyaç vardır. Bu üretimden gelen güçtür, sokağın gücüdür. Yaşanmış sayısız örnek bunu doğrulamıştır. Haziran Direnişi’nden, hatta Sarı Yeleklilerden bile bu kadar korkulmasının en önemli nedeni budur. Hakları için harekete geçmiş işçi bölüklerinden bu kadar korkulmasının nedeni budur.