Amed Baro Başkanı Tahir Elçi alçakça infaz edileli 12 gün oldu.
Bir gündüz vakti, hepimizin gözleri önünde, devletin planlı suikasti ile ensesinden tek kurşunla vurularak öldürüldü.
Tahir Elçi’nin katliamıyla son bulan süreç bir televizyon programında “PKK terör örgütü değildir, siyasi bir harekettir” ifadesiyle başlamış, siyasi iktidarın sopası haline dönüşen yargı, düşüncenin açıklanmasına dahi tahammül edememiş, adeta “suç” uydurarak basın yoluyla terör örgütü propagandası suçlamasıyla iddianame hazırlamıştı. Hedef tahtasına oturtulan Tahir Elçi, bu işten bu kadar kolay sıyrılamazdı; 1990’lı yıllardan bu yana faili meçhul cinayet davalarını kesintisiz takip eden ender avukatlardan olan, her gün adliyelerde duruşmalara giren ve bölge barolarının en büyüğü olan Amed Barosu’nun Başkanı olan Tahir Elçi’nin “hiçbir yerde bulunamadığı” gerekçesiyle hakkında hemen yakalama kararı çıkarıldı, gece yarısı Baro Başkanlığı'na gelen özel tim ekipleri tarafından İstanbul’a getirildi ve tutuklanması için sorgu hakimliğine sevk edildi. Tahir Elçi’nin gözaltına alınması ve tutuklanmaya sevk edilmesine karşı, tok ve sert bir şekilde yanıt veren toplumsal muhalefet karşısında yargı, Elçi’yi tutukla(ya)madı ve yurt dışına çıkış yasağı ile serbest bıraktı. Tahir Elçi, mahkeme sorgusunda "doğrularımı söylemekten şaşmayacağım, serbest bırakılmamı da talep etmiyorum. Ne karar verirseniz, verin" demişti. Tahir Elçi’nin, düzen yargısından müvekkilleri için belki ama kendisi için bir beklentisi yoktu. O, mesleğe başladığı günden bu yana Kürt halkının imha ve inkar politikalarıyla sindirilmesine, faili meçhullerle kaybedilmesine, devletin dinci-gerici, faşist yapılanmasıyla Kürt halkının pervasızca katledilmesine karşı devletin tüm kirli aygıtlarıyla teker teker mücadele etti. Sonuçta bu mücadeleyi sindiremeyen siyasi iktidarın eli kanlı polislerince sokak ortasında, hedefe kilitlenmiş bir namlunun mermisi ile hunharca katledildi.
Bu coğrafyada katliam bir devlet geleneğidir. Bu gelenek, devletin resmi tarihidir aynı zamanda. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Ulucanlar, 19 Aralık, Roboski, Reyhanlı, Gezi, Diyarbakır, Suruç, Ankara… Toplu katliamlar dışında, tek tek sokak infazları ile katledilenlerin listesi ise oldukça kabarık, bu infaz zincirinin son halkası ise Tahir Elçi oldu. Bütün sevdiklerimizi bir toplu mezarda toplamak ve bizi yok etmek istiyorlar. Bu operasyonda işe en çok yarayan kurum ise elbette yargı!
Bu topraklarda katliamların devlet-yargı işbirliği usulü şöyle işler; biri emir verir, biri vurur, biri soruşturma aşamasında olay yerinde keşif yaptırmaz, biri zaten keşif yapmaz, biri delilleri gizler, biri hedef saptırır, biri mahkemede delilleri görmez, biri sağır-duymaz, görmez olur ve nihayet birileri bu orta oyunu tadında yapılan yargılamada aklanır, katliamın failleri bulunamaz ve dosya kapanır…. Bakıldığında sürecin her ne kadar hukuksuzluk içinde işlediği görülse de aslında burjuva yargısı sermaye düzeni içindeki işlevine son derece uygun bir tutarlılıkla hareket etmektedir.
Sermaye devletinin Kürt halkına, işçi sınıfına, devrimcilere, sosyalistlere, gazeteci ve yazarlara ez cümle sisteme muhalif olan tüm kesimlere karşı uygulanan topyekûn saldırılar son altı ayda ivme kazanarak doruğa ulaştı. Kürdistan’ı abluka altında tutmak için sürekli/olağan hale getirilen sokağa çıkma yasakları, gerici IŞID çetesiyle sözüm ona mücadele kisvesi altında Kürt halkına yönelik başlatılan katliam ve operasyonlar, toplu mezarlara dönüştürülen şehirler ve bitmek bilmeyen baskı ve zulüm politikaları ile siyasi iktidar, bir yandan “yasal” görünümlerle devlet terörünü hayata geçirmeye çalışırken, diğer yandan da bölgede Kürt halkının onurlu direnişini kırmaya, kendi çıkarlarına göre bölgeyi şekillendirmeye çalışıyor. Durumun tüm bu çıplaklığına rağmen AKP iktidarı, çıkarları doğrultusunda katliamları savunmaya ve katliamlar üzerinden kara propaganda yapmaya devam ediyor. Bu propaganda burjuva basın tarafından şovenist duygularla palazlanıyor ve katliamlar böylece meşrulaştırılıyor.
Koyu karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemi dünden ayıran, geçtiğimiz dönemi diğerlerinden farklı kılan ise saldırının boyutları, niteliği ve tarzıdır; Bir yandan Kürt halkının fiili ve meşru mücadelesinin önünde bir duvar gibi yükselen çözüm süreci rafa kaldırılmış, dinci-gerici ve faşist bir parti olan AKP, devletin tüm legal/illegal aygıtlarını ele geçirmiş, kontra faaliyetlerine hız vermiştir. Diğer yandan, sistemin tüm muhaliflerini Terörle Mücadele Yasası ile terbiye ve ıslah etme yolunda uygulanan yaptırımların dozu arttırılmış, ıslah olmayanları da tutuklamak suretiyle tecrit/tretmana tabi tutarak adeta bir yargı terörü yaratılmıştır.
Yine tutuklanan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün, siyasi iktidarın, MİT TIR'larıyla bir başka ülkeye silah götürülmesi ve bir anlamda savaş ihracı anlamına gelen, işlediği bu büyük savaş suçunu ortaya çıkardığı için salt “gazetecilik faaliyeti” nedeniyle tutuklandığı da unutulmamalıdır.
Bu haliyle siyasi iktidar, adalet terazilerinden birinin üstüne oturmuş ve kalkmamaya kararlıdır. Alçakça katledilen Tahir Elçi bu anlamıyla ne ilktir ne de son olacaktır. Düzen yargısının katliamları aklama mercii haline geldiğini akıldan çıkarmadan, Kürt halkını ve işçi sınıfını hedef alan baskı ve zulüm politikalarına karşı, toplumsal muhalefeti yükseltmek ve topyekûn bir mücadele örgütlemek boynumuzun borcudur. Çünkü, baskıya karşı direnmek; onurumuz ve toplumsal belleğimizdir. Galeano, burjuva hukuk düzeni ve düzenin yargısına dair şöyle diyordu; “Adalet de tıpkı yılanlar gibi yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor.“ Bizi yok etmek için var olan bu düzene karşı sokağa, kavgaya…