“Bilim Tanrı’yı yok saymıyor, daha iyisini yapıyor; onu gereksiz kılıyor.” (Paul Lafargue)
Doğaya yenik düşen ilk insanlar, evrenin ve dünyanın işleyişinin bilinmezliğini bir yaratıcıya bağladılar. Ateş karşısında güçsüzken ateşe, güneşin gökyüzünde nasıl durduğuna anlam veremezken güneşe, zaman içinde de karmaşıklığı hâlâ çözülemeyen evreni yarattığı varsayılan ilahi bir güce tapmaya başladılar. Sınıflı toplumların gelişimiyle birlikte bu ilahi inanış, sömürüyü gizlemek için bir maskeye de dönüştü. Kurulu toplumsal düzen içindeki yaşamlarında asgari bir refah sağlayamayan sömürülen kitleler, daha iyi koşullara sahip olacaklarına inandıkları “öteki dünyanın” hayaliyle “kaderlerine” boyun eğdirildiler.
“Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.” (V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Novaya Jizn, Sayı: 28, 3 Aralık 1905)
Sömürülenler üzerindeki bu karanlık tortunun baş düşmanlarından biri ise bilim oldu. Zira bilim, kutsallık atfedilen ya da ilahi bir güce bağlanan evreni anlamaya başlıyor, maddenin temelini nesnel bir tanıma kavuşturuyordu. Tam da bu nedenle geçmişten bugüne her bilimsel çalışma, din tacirlerinin hedefi oldu.
Dinsel gericiliğin bilimsel ilerleyişi boğmaya çalışmasının en çarpıcı örnekleri Ortaçağ’da yaşandı. Aristoteles’in öne sürdüğü ve ilahi inanca denk düşen yer merkezli evren kuramının teorik yıkımı, kilise tarafından hışımla karşılandı. Güneş merkezli evren modelinin savunucuları cezalandırıldı. “Kutsal” inanışa ters düşen görüşlerini yüksek sesle dile getiren Giordano Bruno engizisyon mahkemesinde yargılandıktan sonra yakıldı. Güneş merkezli evren kuramı olarak tanımlanan Kopernikçi yaklaşımın matematiksel ispatı üzerinde çalışan Galileo Gailei, çalışmalarından vazgeçmesi için yargılandı ve kalan günlerinin büyük bölümünü ev hapsi koşullarında geçirmeye zorlandı. Aynı dönemde bilim insanları kiliseyle ters düşen fikirlerini açıklayamaz hale getirildi.
Dinin bilime saldırıları Ortaçağ’la birlikte son bulmadı ne yazık ki. Sömürücüler, sömürülen sınıfların yazgılarına rıza göstermelerini zedeleyecek her gelişmeyi engellemeye ve karalamaya; bu yönde çalışmalar yapan bilim insanlarını hedef göstermeye ve cezalandırmaya devam ettiler.
İşte, 14 Mart’ta yaşamını yitiren ünlü İngiliz fizikçi ve evren bilimci Stephen Hawking’in ardından yapılan tartışmalar, bunun güncel bir örneği sayılır.
Gericilik kinini kustu
Türkiye gibi, dinsel gericiliğin ağırlığı altındaki bir ülkede Hawking’in ardından söylenenler, Ortaçağ zihniyetinin sürdüğünün açık bir kanıtı oldu. Dinci-gerici cenahta Hawking’in ölümüne sevinenler, onun bilimsel çalışmalarını karalamaya yeltendiler. Öyle bilimsel bir karşı çıkışla da değil üstelik; dine yaklaşımı ve fiziksel engeli üzerinden Hawking’i karalamaya, çalışmalarına gölge düşürmeye çalıştılar.
20’li yaşlarında teşhis edilen ALS hastalığı nedeniyle iki yıl ömür biçilen bir insan 76 yaşına kadar nasıl yaşamıştı? Kaslarını kullanamayan, tekerlekli sandalye ve elektronik sese mahkum biri, bu kadar bilimsel çalışmayı nasıl yapmıştı? Üstelik kitap da yazmıştı! Bunun üzerinden, Hawking’in din düşmanları tarafından özel bir tarzda hayatta tutulan bir maşa olduğu sonucu çıkarmaya kadar vardı yorumlar. Özcesi gericilik, Hawking’e karşı kinini tüm açıklığı ve iğrençliğiyle ortaya koydu.
Hawking şahsında saldırılan şey gerçekte bilimin ta kendisiydi. Elbette en güncel ve popüler ismi üzerinden yürütülecekti saldırı.
Bilimsel çalışmalarının yanı sıra, bu çalışmaların “kutsal” inanışlara etkilerine ilişkin sözleri nedeniyle de Hawking “ideal” bir hedefti. 2010 yılında yayınladığı Büyük Tasarım adlı kitabında evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç duymadığını belirten Hawking, 2011 yılında The Guardian gazetesine verdiği röportajda da şunları söylemişti: “Beyni, parçaları bozulduğunda çalışmayı durduracak olan bir bilgisayara benzetiyorum. Bozulmuş bilgisayarlara özel bir cennet ya da ölüm sonrası yaşam yok. Bu, karanlıktan korkan insanların uydurduğu bir peri masalı.”
“Darwinizm’in biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirmesi gibi, yeni fizik kurallarının da Evren’in oluşumu konusunda yaratıcıya duyulan ihtiyacı ortadan kaldırdığını” savunan Hawking, 2010 yılında ABC kanalına verdiği bir röportajda da din ve bilim arasındaki karşıtlığa ilişkin olarak, “Din ve bilim arasında önemli bir fark vardır. Din, otoriteye kuruluyken; bilim, gözlem ve mantığa dayanır. Bilim galip çıkacaktır, çünkü işe yarar” demişti.
Hawking’den dindar yaratma çabası
Dinci gericilik, yapısal riyakarlığını bu konuda da gösterdi. Öyle ki, gerici saldırıların Hawking’in uluslararası alandaki saygın konumu karşısında etkisiz ve güdük kalmasıyla, “Allah’a inanmışlığı vardı” türünden söylemler çıktı ortaya.
Hawking, 1988 yılında çok satan Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabında “Evren’in yaratılışında Tanrı’nın rol oynamış olabileceği olasılığı”ndan söz etmişti. Büyük Tasarım adlı kitabında ise “Evren’in başlangıcını izah etmek için Tanrı’ya başvurmaya ihtiyaç olmadığı” görüşünü savundu. Bu kitabında Hawking, “Kütle çekim diye bir kanun olduğu için, evren kendini hiçbir şeyden yaratabilir ve yaratmıştır da. Hiçbir şeyin olmamasındansa bir şeylerin olmasının, evrenin ve bizim var olmamızın nedeni bu kendiliğinden oluştur” demiş ve “Kıvılcımın çakılması ve evrenin işlemeye hazır olması için Tanrı’ya başvurmaya gerek yok” diye eklemişti.
Buna karşın, “Tanrı var olabilir ama bilim, evreni bir yaratıcının varlığına ihtiyaç duymadan açıklayabiliyor” sözünden yola çıkan gericilik, bir dönem onun “Tanrı’nın varlığını kabul ettiğini” öne sürdü. Özellikle Türkiye’deki gericilik, dünya çapında popülaritesi olan bir bilim insanı üzerinden manipülasyon yaratarak, “Stephen Hawking Allah’ın varlığını kabul etti” türünden manşetlerle neredeyse Hawking’den dindar yaratmaya kalktı.
Hawking’den dindar yaratma çabası, yine Evren üzerine çalışmalarıyla bilinen teorik fizikçi Albert Einstein’ın da başına gelmişti. Tanrısal göndermeler yapması nedeniyle hakkında “inançlı olduğu” yönünde manipülasyon yaratılan Einstein, 1953 yılındaki çalışmaları sırasında şu notu düşmüştü: “Doğaya asla amaç veya hedef, veya antropomorfik olarak anlaşılabilecek herhangi bir özellik atfetmedim. Benim doğada gördüğüm şey, bizim ancak noksan bir şekilde kavrayabildiğimiz ve düşünen her insanı tevazuya sevk etmesi gereken muazzam bir yapıdır. Bu, mistisizmle hiç alakası olmayan gerçek manada bir iman duygusudur.” 1954 yılında yazdığı bir mektupta da “dini kabullerinin olduğu” yönündeki haberlerin bir yalandan ibaret olduğunu açıkça dile getirmişti.
Gericilik bilime düşman
Türkiye’deki bilimsel çalışmaların durumuna bakmak, dinsel gericiliğin bilime ve insanlığın gelişimine düşmanlığını özlü bir biçimde anlatıyor esasında. İşte, bir hayvanat bahçesi müdürünün müdür yardımcısı olarak atandığı TÜBİTAK nezdinde değer gören projelerden bazılarının isimleri: “Papaz Eriğini İmam Eriğine Çevirme”, “Bir selam da sizden selam size selamünaleyküm”, “Cuma Namazının Sosyalleşmeye ve Toplumsallaşmaya Etkisi”, “Ahlaki Değerlerimizin Sistematik Gözlemlerle İncelenmesi”, “Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma”... Liste daha da uzatılabilir.
Yalnızca bu kadar da değil. Evren’in oluşumunu anlamak konusunda önemli bir yer tutan yerçekimi kanununa karşı “gök itimi tezi”ni öne sürenler mi dersiniz; evrim teorisini “Bugünkü maymunlar neden insan olmuyor o zaman” sözüyle çürütmeye kalkanlar mı istersiniz; pilot kalemle ateizmi çökertmek isteyenlere mi gülersiniz...
Her şeye rağmen, Hawking’in sözü geçerliliğini korumaktadır: “Bilim galip çıkacaktır, çünkü işe yarar.”