Türkiye ekonomisi bir kez de daha krizin eşiğinde
Kapitalist sistem yapısal olarak sürekli krizler üreten bir sistemdir. Temel çelişkisi olarak üretim sürekli toplumsallaşırken, işçi sınıfının safları her geçen gün kalabalıklaşırken, üretim araçları ve üretilen ürün bir avuç asalağın elindedir. Üretim sürecinde toplumun ihtiyaçları değil kâr esas alındığı için aşırı üretim krizleri ortaya çıkar. Bir yandan tekniğin ulaştığı seviye ile üretim rekorları kırılırken, diğer yandan emekçi kitlelerin alım gücü sürekli düşer. Sistemin bu yapısal çelişkilerinin yanına bir de konjonktürel etmenler eklenir; ekonomik krizler siyasal krizler üretirken, siyasal üst yapıda yaşanan gelişmeler ekonomik krizleri derinleştirir.
Kapitalizmin kısa tarihine baktığımızda belli periyodlarla sürekli olarak ekonomik buhranlarla uğraştığını görürüz; 1813, 1825, 1836-39, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882-84, 1890-93… Akıl dışı bir sistem olarak kapitalist sistem kendini krizler, yıkımlar ve bir sonraki krize kadar kısmi bir refah ve durgunlukla revize eder. Bu onun doğasından ileri gelir ve tarihin çöplüğüne gönderilene kadar da değiştirilemeyecek bir olgudur.
Dünden bugüne Türkiye ekonomisinin krizli yapısı
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi devlet sanayisinin egemen olduğu Türkiye’de, savaş sonrası çarpık bir gelişim çizgisi izlese de özel sanayi girişimleri yaşanmaya başladı. 12 Eylül’ün düzlediği zemin üzerinden ilan edilen 24 Ocak kararlarıyla Türkiye ekonomisinde sanayiden çok ticaret, finans, emlak gibi üretimden kopuk sektörler ağırlık kazandı. Türkiye kapitalizminin bu dışa bağımlı ve rantiyeci karakteri de ortalama 10 yılda bir krizlerin patlak verdiği bir tablo ortaya koyuyordu. Türkiye’de kapitalist gelişmenin ivme kazandığı yıllar olan 1950’lere baktığımızdaysa sık sık tekrarlanan devresel krizler görüyoruz. 1958’de ithalat sürekli yükselirken ihracatın düşmesi sonucu ticaret burjuvazisinin güçlenmesi ile krize giren ekonomi, 1974-1980 yılları arasında küresel ölçekte yaşanan Petrol Krizi’nden etkilenmesi ve Türk Lirası’nın yüzde 48 değer kaybına uğramasıyla yeniden sarsılıyordu.
1980 sonrası sermaye hareketinin reel sektörden finans sektörüne kaymasıyla ‘90’lı yıllar Türkiye’nin en büyük ekonomik ve siyasi krizlerine sahne oldu. 1994’te kamu kesimi faiz dışı harcamalarında yaşanan aşırı açık ve TL’nin dolar karşısında yüzde 30 değer kaybetmesi ile 2001 krizine giden süreç başladı. 2000 yılına gelindiğinde enflasyon yüzde 70’e varmış, bütçe açıkları büyümüştü. 2001 yılında Türkiye’nin gördüğü en büyük ekonomik kriz yaşandı. 2001 Şubat’ında TL’nin değeri yüzde 40 civarında düştü, devletin borcu da 29 katrilyon TL arttı. 15 bin 540 şirket battı, binlerce işçi işsiz kaldı. Bir esnafın yazarkasa eylemi ile karakterize olan bu kriz, ABD’den getirilen Kemal Derviş ve acı IMF faturaları ile ödetildi.
Meclis’in “Derviş Yasaları” dediği, Derviş’in ise “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adını verdiği program işçi ve emekçiler için tam bir yıkım anlamına geliyordu. Türk Telekom özelleştirildi, şeker pancarında taban fiyatı kaldırıldı, fiyat belirleme fabrikaların keyfine bırakıldı. Pancar üretimine kota dönemi başladı, köylü pancar ekemez hale getirildi. Tütün üretiminde kota başladı, ithal tütünün önü açıldı. Sigara fabrikalarının tamamı satıldı. Biri hariç diğerleri kapatıldı. Tütün depoları ve işleme merkezlerine kilit vuruldu. Tütün piyasası yüzde 95 oranında yabancı sermayenin eline geçti. Tuz işletmelerinde devlet tekeli kaldırıldı, işletmelerin tamamı satıldı. Doğalgazda devlet tekeli kaldırıldı. Emperyalist tekellerin bu alana girebilmesi sağlandı. Elektrik piyasasının da satılması ve yabancılara açılması ile enerji sektörü yabancıların eline geçmeye başladı. Bankacılıkta devletin tasfiyesi başladı. Satılmalar ve yabancılaşma hızlandı. Bankacılık piyasası yüzde 60 oranında yabancıların eline geçti. Sivil Havacılık Kanunu ile havayollarının yer hizmetleri olan HAVAŞ ve USAŞ’ın satılmasından sonra THY’nin hisseleri satılmaya, özel havayolu şirketleri kamunun aleyhine teşvik edilmeye başlandı. Bütçe Değişikliği Yasası ile batırılan ve içi boşaltılarak yağmalanan bankaların sorumlulukları üstlenildi.
Türkiye’yi “teğet geçti”ği iddia edilen ABD merkezli 2008 krizinde ise ekonomi yüzde 6 küçülmüş, işsizlik yüzde 14’e çıkarak tam 1 milyon insan işsiz kalmış, kayıt dışı çalışma artmıştı.
Tek adam Türkiye’sinde kriz
Türkiye’nin güncel tablosu da benzer bir durum arz ediyor. Enflasyon tekrar çift haneli boyutlara ulaşmış durumda. Son büyük örneğini şeker fabrikaları üzerinden gördüğümüz gibi özelleştirmeler son sürat devam ediyor. Avro neredeyse 5.50 TL’nin, dolar ise 4.50 TL’nin altına düşmüyor. Patatesin dahi ithal edildiği yeni Türkiye’nin yeni kabinesinde yer alan üç patron bakan önümüzdeki dönemin emekçiler cephesinden nasıl geçeceğinin aleni sinyalleridir. Tayyip Erdoğan’ın da 24 Haziran seçimleri öncesi “seçime gitmeseydik bu enkazın altından kalkamazdık” diyerek itiraf ettiği gibi ekonomi son dönemlerin en kötü tablosunu yaşıyor. Burjuva ekonomistler dahi IMF’nin kapısını çalma ihtimalinden söz ediyor.
Ekonomik sıkışmışlık siyasi arenada da kendini gösteriyor. Sürekli seçimlerin gündeme geldiği Türkiye’de siyasi kriz aşılamıyor. Mevcut iktidarın meşruiyet problemi sürüyor. AKP-cemaat arasında yaşanan rant kavgası ile görünür olan devlet krizinin, iktidarın yeni ortağı olan MHP ile de yaşanabilecek olması, belirsiz ülke siyasetini daha da güvenilmez hale getiriyor.
Ekonomik ve siyasi krizler birbirini besleyerek büyütürken fatura yine işçi ve emekçiye kesiliyor. Bu belirsizlik ortamından kaynaklı, yabancı sermaye Türkiye yatırımlarını geri çekerken, üretim ekonomisi küçülüyor, inşaat ve emlak sektörüne dayanan balon ekonomi patlama sinyalleri veriyor. Bunun karşılığı işçiler açısından daha fazla işsizlik, alım gücünün her geçen gün düşmesi, ek vergiler, zamlar demek oluyor. Sanayideki daralma önümüzdeki süreçte toplu işten atmaların, ücret düşürmelerinin, hak gasplarının işçi sınıfını beklediğini gösteriyor.
Bütün bu nedenlerle tüm işçi ve emekçilerin “Krizin faturası kapitalistlere!” diyerek, düzen siyasetinin yapay kutuplaştırmalarına kanmadan kendi bağımsız sınıf çıkarları etrafında kenetlenmesi gerekiyor. Bu faturayı ödememenin ve daha da geriye düşmemenin yegane yolu daha fazla birleşmek ve haklarımız için daha fazla mücadele etmekten geçiyor.