24 Temmuz Basın Bayramı, Türkiye’de sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olarak her yıl hatırlanıyor. Haber alma ve verme hakkının sansür ve şiddet sarmalıyla baskı altına alındığı zamanlarda ise gazeteciler bayram kutlayamıyor.
“Basın Bayramı”nın tarihi
Bu ‘bayramın’ tarihi Osmanlı dönemine uzanıyor. 24 Temmuz’u ortaya çıkaran tarihe baktığımızda gazeteciler açısından tanıdık bir dönemle karşılaşıyoruz. “İstibdat” diye adlandırılan Padişah 2. Abdülhamit saltanatı döneminde gazetelerde çıkan haberlerde grev, suikast, ihtilal, anarşi, sosyalizm kelimelerinin kullanılması yasaktı. Gerçekleri saklamak isteyen, kendisine muhalefet edenleri susturmak isteyen 2. Abdülhamit gazetelere sansür memurları atıyordu. O dönemde çıkan tüm gazeteler sansür memurlarının denetiminden geçtikten sonra yayınlanıyordu.
2. Meşrutiyet’in ilan edildiği 24 Temmuz 1908 günü İstanbul’da bulunan bazı gazeteler sansür memurlarını kapıdan geri çevirme ve gazeteleri sansüre yollamadan basma kararı alıyor. 1946 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin kuruluşu ile gündeme gelen “basın günü” için 24 Temmuz seçiliyor.
Ancak 1971’de baskı döneminde 24 Temmuz bayram yerine Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü olarak değiştirildi.
Basına yönelik baskı sürüyor
Gazeteciler bugün İstibdat dönemlerini aratacak cinsten yoğun bir baskı altında, onlarca gazeteci mesleki faaliyetleri nedeniyle tutuklu. Yasalar ve hukuk haber alma ve verme kanalları üzerinde sopa olarak kullanılıyor. Gazeteciler üzerindeki baskılar yalnızca yasaklama ve sansür yoluyla değil düşük ücret, sendikasızlaştırma ve güvencesiz çalışma altında da sürüyor.
Türkiye’de gazetecilik faaliyetleri üzerindeki baskı AKP döneminde sistematik olarak arttı. Devrimci-ilerici basının sürekli biçimde engellenmeye çalışıldığı Türkiye’de, AKP ile birlikte kendisine muhalif tüm kesimlerin gazetecilik faaliyetleri baskı ile kontrol altına alınmaya çalışıldı/çalışılıyor. Bu saldırı dalgası RTÜK, BİK, BTK gibi basın alanındaki kurumların tümüyle AKP’nin aparatı haline getirilmesiyle sistematik bir hal aldı. Fiili engellemelerin yanı sıra yasalar, cezalar, yönetmelikler, yargı eli ile sürekli biçimde artmaya devam ediyor. Zira rejim muhalif seslerden, gerçeklerin dile getirilmesinden hem korkuyor hem nefret ediyor. Her sözü yalan olan bir rejimin gerçeklerin dile getirilmesinden korkması şaşırtıcı değil elbet.
Diyarbakır’da yaptıkları haberler nedeniyle “örgüte üye olmak” ithamıyla tutuklanan gazetecilerin “örgüt dokümanı” diye fotoğraf makinalarının sergilenmesi, rejimin biat etmeyen gazeteciler üzerindeki histerik baskısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Sansürün bir başka biçimi ise, medyanın %95’ini kontrol altında tutan rejimin sürekli yalan, çarpıtma, sahte haber ve rejim propagandasını halka dayatmasıdır. Tüm hükümetler bu kirli yöntemi kullanmakla birlikte, dinci-ırkçı rejim Hitlerin propaganda bakanı Goebbels taktiklerini uyguluyor. Öte yandan yaygın medya araçlarının yanı sıra sarayın ‘linç taburları’ olarak kullandığı on binlerce maaşlı trol de istihdam ediliyor.
Milyonları açlığa sürükleyen bu sistemin kirliliklerinin teşhir edilmesinin, işçi sınıfının mücadelesinin görünür olmasının önemli bir alanı olan gazeteciliğin üzerindeki çok yönlü baskıyı parçalamak her zamankinden daha özel bir önem taşıyor. Bu baskıyı parçalamak haber alma-verme hakkına sahip çıkmakla, tutsak gazetecilerle dayanışmakla, devrimci-ilerici basınla omuz omuza olmakla mümkündür. 114 yıl önce sansüre karşı tutum alan gazetecilerin bilinci ve sorumluluğu ile baskı dönemine karşı direnmekle mümkündür.
K. Düşgör