Türk sermaye devleti, "çok partili döneme" geçtiğinden beri ordu gerek muhtıra gerek darbe biçimiyle birçok askeri darbe gerçekleştirmiştir.
Bütün 1950'li yıllar askeri denetim altında "çok partililiği" deneme yılları olmuş. Kurulan sözde hükümetler askeriyenin karnının gurultusuna kulak verip hareket etmişlerdir. Öyle ki bu dönem devlet yönetimi adına kelimenin gerçek anlamıyla belirsizlik yıllarıdır. Ortada gelişmekte olan ve büyük teşviklerle önü açılmaya çalışılan sermayedarlar var. Ancak iktidara sermayenin adına sivil bürokrasi ve askeriye vekalet ediyor. Bir kesim yabancı sermayenin ülkeye nasıl çekileceğine kafa yorarken diğer bir kesim devlet kapitalizmi sınırlarını yeterli görüyor.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 12 Eylül 1980 günü ordu Türkiye tarihindeki üçüncü faşist askeri darbeyi gerçekleştirdi. Bu darbe 12 Mart darbesini bir kenara koyarsak 27 Mayıs darbesinden farklı olarak doğrudan 1960 ve 1970'li yıllar boyunca gelişip, örgütlenen, birbiri ardına kazanımlar elde eden işçi sınıfı ve emekçiler ile devrimci hareketi ezmek için yapılmıştır. Cezaevleri devrimcilerle doldurulmuş, işkence ve insanlık dışı uygulamalar tavan yapmış, binlerce insan fişlenmiş, onlarca insan asılmış, yüzlercesi devletin kontra güçleri tarafından faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. İşçi sınıfı ve emekçilerin onlarca yıl uzun mücadeleler sonucu kazanılan hakları sermaye devleti tarafından bir çırpıda gasp edilmiştir. Bütün siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar kapatılmıştır. Biri hariç; o da TÜSİAD!
Tam da bu durumun kendisi darbenin amacını çok açık bir biçimde bizlere göstermektedir. Darbe sonrasında Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in işçiler için “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü, şimdi gülme sırası bizde” demesi 12 Eylül darbesinin Türkiye'yi neo-liberal politikalara kanalize etmek için yapıldığının açık bir göstergesidir.
Keza tarihe ‘24 Ocak Kararları’ olarak geçen ve Türkiye'nin IMF- Dünya Bankası ile güdümlü hareket etmesinin, neo-liberal politikaların, özelleştirmelerin önünü açan kararname cunta tarafından hemen hayata geçirildi.
12 Eylül askeri faşist darbesi bizzat ABD tarafından komuta edilen askeri verasete yaptırılmıştır. Darbenin haberi Amerika'da "Bizim çocuklar işi bitirdi" olarak karşılık bulmuştur. Darbe koşullarının oluşmasında ABD’nin kendi bünyesinde yetiştirdiği ve Türkiye işçi sınıfının üzerine saldığı kontra örgütlenmelerinin büyük payı vardır. 12 Eylül darbesinden sonra Amerikan beslemesi Alparslan Türkeş “Biz içerdeyiz ancak fikirlerimiz iktidarda” diyerek bu durumu özetlemektedir.
Darbe sonrası düzen kendi iktidarını temsilen Turgut Özal'ı başa getirmiş ve çok yönlü neo-liberal saldırı planını işçi ve emekçiler üzerine uygulamaya başlamıştır. Özelleştirmeler, yabancı sermayeye yatırım teşviki, IMF ve Dünya Bankası’na yüksek faizli borçlanmalar, gençlik ve işçi-emekçiler üzerine çöreklenen sosyal-kültürel baskılar 12 Eylül darbesinin sonuçlarından sadece bir kısmıdır.
Bugün hala 12 Eylül darbesinin politik atmosferinde yaşıyoruz. Dün; Kenan Evrenler, Türkeşler, Ecevitler, Demireller, Özallar vardı. Bugün; Hakan Fidanlar, Bahçeliler, Kılıçdaroğlular, Tayyip Erdoğanlar var. Dün işçi ve emekçiler, ezilen halklar, kadınlar ve gençler gericilik, baskı ve şiddetle sindirilmeye çalışılıyordu. Bugün de aynı tablo söz konusu.
Bugün 12 Eylül gününden farklı olan bir şey varsa o da o gün eksikliği en çok hissedilen şeydir. Yani sınıfın öncü partisidir. Bugün Greif Direnişi’yle, metal fırtınasıyla gelişen işçi sınıfı hareketinin öncü müfrezesi var. Bugün Haziran Direnişi gibi toplumsal bir direnişe kalkışmış olan sosyal-siyasal bir hareketlenme var.
Ve 12 Eylül darbesi öğretmiştir ki; toplumsal-sınıfsal mücadele içerisinde ne kazanırsak kazanalım, mücadelemizi kesin zafere yani ‘Sosyalist İşçi-Emekçi Cumhuriyeti'ne vardıramıyorsak sermaye devleti tüm kazanımları bir çırpıda elimizden alabilir.
K. Harun