Ülkemizde ve dünyada esen apolitizm rüzgarlarının en çok etkilediği kesimlerin başında gençlik geliyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” fikriyle bireyciliği ön plana çıkartan, hatta bazen kendine yapılan bir haksızlığa dahi duyarsız kalan geniş bir gençlik kesimiyle karşı karşıyayız. Siyaset konuş(a)mamanın övüldüğü, yahut bunun boş olduğu kanısının prim yaptığı, kariyer yapmanın baş tacı edildiği bir dönemdeyiz.
Aslında birçoğumuzun ebeveynlerimizden alışık olduğu “oku, okulunu bitir, işini kur, yüksek yerlere gel, öyle bir şeyleri değiştirirsin” cümleleri bizlere apolitizmi öğütlüyor. Peki nasıl oluyor da herkes tek bir ağızdan koroymuşçasına bunları dillendirebiliyor? Bu fikir toplumu nasıl ve ne zaman etkisi altına aldı?
Bir dönemeç saptamak gerekirse, kuşkusuz bu, genelde bilindiği üzere 12 Eylül faşist darbesi olacaktır.
‘68 gençliğinin sanata, edebiyata, bilime, tarihe, felsefeye ve daha birçok alana ilgisi, bu ilginin de etkisiyle toplumsal olaylara duyarlılıkları, bunların bir getirisi olarak da sosyalizme yönelişleri vardı. Aynı zamanda, bulundukları konum itibariyle kolayca bireysel kurtuluşlara eğilim gösterebileceklerken, ‘68 kuşağı ve ‘70’ler gençliğinin önemli bir kesimi toplumsal kurtuluşu, devrimi ve onun çıkarlarını ön planda tuttu. Bu gençliğin dönemin sosyal uyanışındaki rolü fazlasıyla büyüktü. Bu yüzdendir ki faşist baskıların ve saldırıların, sıkıyönetimlerin ve cuntaların ilk hedefi gençlik olmuştur.
Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra gençlik dinamizmini dizginlemek, devrimci kuşakların yarattıkları birikimin gelecek nesillere ulaşmasını engellemek amacıyla sistematik politika ve uygulamalar geliştirildi. YÖK’ün kuruluşu, imam hatiplerin açılması, eğitimin gittikçe ticarileştirilmesi, gericileştirilmesi ve bilimden uzaklaştırılması vb. gibi adımlar bunların somut örneklerinden birkaçıdır.
Sistematik apolitizasyon ve budama saldırısı bunlarla sınırlı kalmamıştır. Bugün akademideki şarlatanlar tarafından hala 12 Eylül’ün öğütleri kulaklarımıza fısıldanmaktadır. Kapitalist sistemin çelişkilerini bilmeyen, güya unutan veya gizleyip perdelemeye çalışan bu şarlatanlar bizlere siyaset yapmayın derken, aslında egemen sınıfın siyasetini yapmaktadırlar. Mesela profesör namlı Celal Şengör’ü, Marksizm’e saldırıp, gençlere bunun zırva olduğunu, uzak durmalarını söyledikten hemen sonra, Kenan Evren’i övüp, dışkı yedirmenin işkence olmadığını söylerken ve daha sonra keçi dışkısı yediğini iddia ederken görebiliyoruz. İlber Ortaylı’yı da keza sosyalizme ve “diktatör” diye Stalin’e saldırdıktan sonra Fethullah Gülen’i överken veya Kültür ve Turizm Bakanlığı Danışmanı olarak görebiliyoruz. Özgür Demirtaş’a gelirsek; ideoloji, tarih ve politika tartışılarak zaman kaybedilmemesini, bunun yerine robot yapmamız(!) gerektiğini söylüyor.
Bu üç şahsın ortak özelliği söylemlerinin son dönemde gençlikte bir karşılık bulmasıdır. Kendi alanlarındaki uzmanlıkları gençlikte söyledikleri her şeyin mantıklı olduğu yanılgısını yaratıyor. Bunun yanı sıra şişirildikleri sosyal medyadan da aldıkları cesaretle böyle ahmakça sözler edebiliyorlar. Bugün milyonlarca üniversite mezunu işsiz yaratan, onları intihara sürükleyen, eğitim ve bilim emekçilerini bir gecede KHK ile işsiz bırakan, cüppelerini ezen, gericilik saçan bu sisteme tek söz edememektir asıl ahmaklık.
Ülkedeki mevcut eğitim ve bilim hakkında muhalif tek bir söz söyleyemeyen bu şarlatanların bir diğer ortak noktası “meritokrasi” savunucusu olmalarıdır. Bahsi geçen yönetim biçimi devletin idaresinin, alanlarında uzman kişiler tarafından yürütüldüğü, kayırmanın olmadığı, liyakate dayalı bir biçimdir. Kapitalist sistemin yarattığı sorunları ve açmazları hiçbir şekilde çözemeyecek bu yönetim biçimi yine kendi içerisinde de çelişkiler barındırmaktadır. Bir patron çocuğuyla, emekçi çocuğu eşit şartlarda yetiştirilip eğitim göremeyeceğine göre temelinde bile bir kayırma mevcuttur zaten. Bilimin de eğitimin de bugün egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu yönetim biçiminin topluma ne vereceği aşikardır.
Bilimi, önerdikleri biçimle toplumdan, ezilen sınıftan ayrıştırmaya çalışanlara döne döne Pisagor ve arkadaşlarının sonlarını hatırlatmak gerekir. Bunlar gibilerinin bilime ve topluma katkısı uzaya çıkan ilk canlı “Laika” kadar değildir. Dönemin durgunluğu ve gericiliği kimseyi aldatmamalı. Gençlik bu şarlatanların aşıladıkları kof umutları reddedip, kendisine geleceksizlik vadeden sisteme karşı bütün kiniyle mücadele saflarında yer almalıdır.
Trakya’dan bir genç komünist