Lübnan ve Irak’ta yükselen kitle hareketleri

Lübnan ve Irak’ta yaşanan sosyoekonomik sorunların giderek yakıcılaşması, sermayenin siyasi temsilcilerinin, yöneticilerinin bürokrasi üzerinden kendi çıkarlarını emekçilerin çıkarlarının karşısına koyması, kendi düzenlerini korumak adına siyasal baskıları arttırmaları ve bütün bunların arkasındaki emperyalist kapitalizmin emekçileri yüz yüze bıraktığı kirli savaş, kitlelerin öfkesini patlama noktasına taşımıştır.

  • Haber
  • |
  • Dünya
  • |
  • 05 Eylül 2015
  • 06:19

Emperyalist güçler arasındaki rekabetin Ortadoğu halklarına dayattığı cehennem koşulları son olarak Lübnan ve Irak’ta kitle hareketlerinin yükselmesine yol açmış bulunuyor. Bu hareketlerin elbette ki bir geçmişi bulunuyor. Keza 2011 yılında Tunus ve Mısır’da yanan ateş buralara da sıçramış, buralardaki büyük kitle hareketlerinin bu ülkelere yansımaları olmuştu. Bununla beraber elbette ki Lübnan ve Irak’ın kendine özgü koşulları da bu süreçlerde etkili olmuştur. Bu ülke emekçilerinin yükselen mücadeleleri ve buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar, başta Türkiye’nin sömürülen ve ezilen sınıfları olmak üzere tüm Ortadoğu’nun emekçi halklarına ışık tutacaktır.

Mezhepsel savaşlar emekçileri parçalıyor

Öncelikle her iki ülkenin içerisinde bulunduğu koşulların temelinde emperyalist kapitalizmin bu ülke emekçilerini daha ağır sömürü koşullarına sürüklediği gerçeği yatmaktadır. Her şeyden önce bütün bir bölgede farklı ulusal, etnik, mezhepsel kökenlere dayalı bir işçi-emekçi nüfus yer almaktadır. Esasen bölge halkları yüzyıllardır iç içe geçerek bu kökenleri silikleştirebilecek bir yaşam olanağına sahip olsa da, bu ayrımlar sermayenin lehine olduğu için korunmaktadır. Çünkü bu gibi kültürel kimlik siyaseti sayesinde sınıfsal ayrımların, çatışmaların üzeri örtülebilmektedir. Sınıfsal çatışmaların keskinleştiği dönemlerde sermayenin emekçilere göre daha örgütlü siyasal temsilcileri, mezhepsel çatışmaları öne çıkararak sınıfsal ayrımların netleşmesine engel olmuştur.

Bu durum çok açık bir şekilde her iki ülkede de gözlemlenmektedir. Gerek dinci-gerici çeteler eliyle farklı kesimlere yönelen katliamlar, gerekse de siyasal temsilciler arasındaki bu gibi sözde kimlik farklılıklarının öne çıkartılması bunlara örnektir.

ABD’nin Saddam Hüseyin üzerinden bölgeye nüfuz etme çabası, 1980-88 arasında İran’a savaş açması, Kuveyt işgaliyle birlikte ABD’nin Körfez Savaşı’nı başlatarak bölgeye daha doğrudan nüfuz etmesi, sonrasında 2003 işgali ve Saddam’ın ‘yakalanması’ sürecinde güçlenen El-Kaide, IŞİD gibi dinci-gerici çeteler eliyle Iraklı emekçi halklara bugün dayatılan barbarlık ve sömürü düzeni, bu mezhepsel çatışma politikalarının bir sonucudur. Bu sayede de emekçiler adeta köleleştirilmeye çalışılmış, emperyalist kapitalizm de bu kirli savaşlar üzerinden düzenini devam ettirmeyi hedeflemiştir.

Lübnan’da daha da karmaşık bir şekilde bu çatışmalar yaşanmaktadır. Her şeyden önce ülkenin 18 farklı dinsel-mezhepsel gruptan oluştuğu, sermayenin siyasal kurumlarında bu ayrışma üzerinden bir paylaşım yapıldığı bir görüntü vardır. Ve bu görüntü, bu mezhepsel ayrışmaların daha da önplanda olması hedefiyle bizzat burjuvazi eliyle yaratılmıştır. Diğer yandan ülkede, Şii Müslüman kökene dayanan, İsrail siyonizmine karşı mücadele veren, Lübnan Hizbullahı etkin bir konumdadır. Ezilen, sömürülen kesimlerin mücadelesini düzen içi sınırlarda tutsa da ABD’nin bölgedeki hegemonyasını zayıflattığı için emekçi halklara ve Hizbullah’a karşı gerek İsrail, gerekse Irak’taki gerici çetelerin uzantıları sürekli bir savaş sürdürmektedir. Bunlar yaptıkları katliamlarla, bombalama eylemleriyle emekçileri mezhepsel çatışmalara yönlendirmeye, Hizbullah’ı ve İran’ı zayıflatmaya, bölgedeki hegemonyalarını güvence altına almaya çabalamaktadır. Diğer yandan da bu çatışma ortamı üzerinden büyük silah tekellerinin kârları gerçekleştirilmektedir.

Irak ve Lübnan’da sömürülen sınıflar, mezhepsel çatışmalarla birbirlerine karşı kışkırtılırken sermaye sınıfları bundan kâr etmekte ve esasta da kendi düzenlerinin devamlılığını sağlamaktadır. Fakat emekçiler bu durumun gittikçe farkına varmaktadır. Zira bugün hem Irak, hem de Lübnan’da sokaklara çıkan emekçiler de ABD politikalarına ve mezhep çatışmalarına karşı birlik vurgularıyla harekete geçmektedir. Özellikle Irak’ta kitlelerin bu çağrıları göze çarpmaktadır.

Ekonomik ve siyasi krizler, çürüyen sömürü düzeni

Bölgede kızışan emperyalist rekabetin ve buna paralel olarak derinleşen savaşın diğer bir etkisi de ülkelerdeki sosyoekonomik koşullar üzerinde olmaktadır. İki ülkede de emekçilerin öfkeleri bürokratik yozlaşmayla paralel alenen yapılan yolsuzluklara yönelmektedir. Irak’ta daha etkin bir merkezi hükümet ve bu hükümetin yaptığı yolsuzluklar, emekçilere dayattığı ağır sömürü koşulları ve siyasal baskı politikaları öfkenin kaynağıdır. Lübnan’da ise her ne kadar mesele “çöp krizi” ile alevlenmiş olsa da yüksek işsizlik oranları, özellikle gençliğin geleceksizliğe terk edilmesi, bütün bunlara paralel yaşanan siyasi istikrarsızlık, yönetenlerin yapmış oldukları yolsuzluklar, mücadeleye dönük baskılar emekçilerin günlerdir sokaklarda olmasının başlıca nedenleridir.

Bütün bu başlıklara dair tepkilerin taşıyıcısı emekçi kitleler ise sokaklarda birleşseler de siyasal örgütlülükleri oldukça zayıftır. Bu açıdan sermayenin temsilcisi siyasal odaklar hareketi zayıflatma, kendi çıkarları doğrultusunda yön verme imkanlarına daha fazla sahiptir. Ancak bu şu demek değildir; bu hareketi ‘birileri’ başlattı, “eylemleri emperyalistler organize ediyor” vb. Hatırlanacağı üzere Suriye’de emperyalist savaş başlamadan önce de emekçiler Esad diktatörlüğüne, onun baskıcı ve sömürücü politikalarına karşı sokaklara çıkmıştı. Bu da birilerinin ülke üzerindeki oyunu olarak ortaya çıkmamış, emekçiler bir öfke patlamasıyla kendiliğinden bir şekilde meşru mücadeleye atılmışlardı. Ancak siyasal örgütlülüğü güçlü olan, kitlelerin taleplerine yön verme kabiliyeti daha yüksek olan sermaye sınıfları hareketi zayıflatmış, emperyalistlerin bizzat müdahalesi sonucunda da ülke mezhepsel temellere dayanan bir savaşa sürüklenmişti.

Lübnan ve Irak’ta da emekçiler böyle bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Her ne kadar emekçiler birlik vurgusunu öne çıkarsalar da, sermaye temsilcilerinin örgütlü müdahaleleriyle bu birlik mezhepsel bölünmelere, belli kökenlerin imha ve asimilasyon politikalarına dönüşme eğilimi taşımaktadır. Düzenin siyasal temsilcilerinin istifa etmesi talepleri mutlaka emekçilerin bağımsız siyasal örgütlülüğünü büyütme adımlarıyla, sosyal sorunlar üzerinden taleplerle ve sermaye devletlerinin kurumlarına yönelerek devam etmelidir. Nitekim Lübnan’da buna dair bir eğilim de vardır. Düzen içi siyasal odaklar ve hatta hareketi başlatan #YouStink organizasyonu, kitle hareketinin radikalleşmesini eleştirip “Lübnan’ın ‘istikrarına’ ve güvenliğine zarar verdiğini” öne sürdükçe hareketin gerisine düşmüştür. Eylemleri ertelediklerini açıkladıklarında bunun kitlelerde pek bir karşılığı olmamıştır. Ardından ise söylediklerini geri almak ve “çöp krizi”ni öne çıkartan açıklamalar yapmak zorunda kalmıştır. Eylemler bakanlık işgalleriyle, devletin kolluk güçlerinin baskılarını tanımayan eylemlerle devam etmektedir. Fakat hareketin tek başına radikal biçimlerde kendini göstermesi, onun kazanımlarının güvencesi olmayacaktır. Bunlar sermaye iktidarının kökünü kazıyacak devrimci politik örgütlerin güçlenmesiyle, hareketin devrimci bir önderlik altında birleşmesiyle ve sonuçta da sermaye devletinin yıkılmasıyla ancak güvencelenebilecektir.

Lübnan ve Irak’ta yaşanan sosyoekonomik sorunların giderek yakıcılaşması, sermayenin siyasi temsilcilerinin, yöneticilerinin bürokrasi üzerinden kendi çıkarlarını emekçilerin çıkarlarının karşısına koyması, kendi düzenlerini korumak adına siyasal baskıları arttırmaları ve bütün bunların arkasındaki emperyalist kapitalizmin emekçileri yüz yüze bıraktığı kirli savaş, kitlelerin öfkesini patlama noktasına taşımıştır.

C. Ekin