Barış görüşmelerinden geriye kalan
Sandinist hareketin Nikaragua’da iktidarı ele geçirmesi bölgede gerilla hareketlerinin Küba Devrimi'nden sonra ikinci büyük zaferi ve aynı zamanda sonuncusuydu.
Nikaragua Devrimi 80’li yılların başında alt sınıfların, yoksul köylü ve kent küçük burjuva katmanlarının ve öğrencilerin mücadelesine bölgesel çapta bir ivme kazandırdı. ABD’nin doğrudan askeri operasyonlarıyla, bu yıllar gerillaya destek veren kitlelerin doğrudan karşı-devrim terörüyle katledildiği, paralize edildiği en kanlı yıllar oldu. Zira gerilla hareketleri oluşturdukları yeni cephe ve ittifak stratejisiyle kır ve kentin geniş kesimlerinin desteğini almaktaydı.
Kurulan cephe ve geniş ittifaklar, gerilla hareketlerinin ideolojik olarak somut devrimci toplumsal bir dönüşüm amacını terk etmesiyle paralel gelişti. Ulusal bağımsızlık, bir tür sol milliyetçi anti-emperyalizm ve toplumsal katılımın demokratizasyonu, mücadelenin temel görevleri olarak nitelendirildi. Özellikle düşük yoğunluklu savaş konseptiyle sivillerin hedef alınarak katledilmesi, karşı-devrimin bölgedeki yeni konsepti olarak yoğun biçimde uygulandı. Bu süreçte karşı-devrim, gerillanın kitlesel tabanını paralize ederek, mücadelenin sadece askeri bir boyuta indirgenmesinde başarılı oldu. Politik talepler bu süreçte belirsizleşerek, askeri mücadelenin, karşılıklı silahlı çatışmanın gölgesinde kayboldu.
Gerilla hareketindeki ideolojik muğlaklık, belirsizlik, mücadelenin askeri boyutla sınırlandırılması, '80’li yılların sonunda barış görüşmelerinin temel toplumsal ve siyasal temelini oluşturdu.
Barış görüşmelerinin temelinde, savaşın sonlandırılması, gerillanın legalleşmesi ve kurulu düzenin politik yapısına entagrasyonun sağlanması, gerilla ve devlet güçlerinin cezalardan muaf tutulması vardı. Sosyal reformlar, ekonomik alanda yapılması gereken yapısal dönüşümler özellikle görüşmelerin bir parçası olarak ele alınmadı.
Bu görüşmeler üzerinden 1996’nın sonuna doğru, FARC dışında bölgedeki bütün gerilla hareketlerinin politik olarak entegrasyonu tamamlanmış oluyordu. Bu tarihten itibaren FARC başta olmak üzere silahlı mücadele sürdüren bütün gerilla hareketleri, silahlı mücadeleyi barış görüşmelerinde konumunu güçlendirmek ve rejimin demokratikleşmesi için taktik bir araç olarak uyguladı. 'Silahlı reformizm' kavramı, bu eğilimin genel politik kimliğini yansıtır.
Oysa sınıflar arasında, silahlı mücadelenin temelini oluşturan sosyal uçurum bu süreçte artarak farklı biçimlerde devam etti. Gerilla hareketi ve oligarşi güçleri arasındaki askeri çatışma, genel toplumsal bir şiddet boyutuna sıçrayarak devam etti. Bu süreçte Guatemala ve El Salvador başta olmak üzere '80’li yıllardakinden de fazla insan yaşamını yitirdi.
El Salvador’da 24 yılı ve Guatemala’da 20 yılı bulan “barış dönemi”, emekçi kitlelerdeki yoksulluğun daha da derinleştiğini göstermektedir. Bir başka deyimle “politik demokratikleşmenin”, sosyal eşitsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmadığını göstermiştir. Neo-liberal ekonomik politikalar en katmerli şekilde uygulanmıştır. Gerillanın barış süreci içinde terk ettiği bölgeler, devlet ve oligarşi güçlerinin paralı askerleri olan katil paramilitarist gruplar tarafından doldurulmuştur. Karşı-devrimin önemli stratejik hedeflerinden biri, bu paramilitarist grupların, gerillanın yarattığı boşluğu kendi lehine çevirmesi olmuştur. Kolombiya’da bu gruplar özellikle son üç ayda bazı aktivistleri açıktan katletmişlerdir. Sendikacıların ve diğer politik aktivistlerin katledilmesi bütün güncelliğiyle devam etmiştir.
Politik katliam, burjuva egemen güçlerin elinde bir araç olarak özellikle Salvador’da yaşanmıştır. Ulusal Kurtuluş Cephesi (Farabundo Marti-FMLN) girdiği ilk seçimde kazandığı sandalye sayısına rağmen, deneyimli oligarşi güçlerinin durumu kendi lehlerine çevirmelerini engelleyememiştir. FMLN’nin seçilen 21 parlamento temsilcisinden 7’si diğer partilere geçerek, Arena hükümetinin neo-liberal ekonomik programının uygulanmasına destek sunmuştur. Hatta ülkenin yerel parası yerine Amerikan dolarına geçişi sağlayan yasaya bu parlamenterlerin desteği eksik olmamıştır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, aynı süreç Kolombiya’da da bütün çıplaklığıyla yaşanmaktadır. ABD ile Kolombiya serbest ticaret anlaşması, tam da barış görüşmelerinin ilan edildiği 2012 yılında yürürlüğe girmiştir. Kolombiya, ABD tekelleri için bir serbest pazar olarak işlev görecektir. Toprağın %62’sine sahip olan %0,4 oranındaki bir oligarşik kastın özel mülkiyetini güvenceye alan bir toplumsal yapıda, ”barışın” sağlanması mümkün mü?
'80’li yıllardan 2000 yılına kadar oligarşiye bağlı paramilitarist gruplar 4,5 milyon hektar, yani ekili alanların %50’sini denetimine geçirmişlerdir. Barış görüşmeleri, bugüne kadar ortada olan sonuçlarına bakıldığında, toplumda egemen olan temel sorunları çözmek bir yana, farklı boyutlarda derinleştirmiştir. “Barış süreci” egemen sınıf güçlerine yeni siyasal meşruiyet kazandırmasından öte, devrimci gelişmenin önüne geçme, sınıf mücadelesinin başarı imkânsızlığını ideolojik bir saldırıya dönüştürme imkanlarını sunmuştur. Bu durum proletarya dışı orta ve küçük-burjuva kır ve kent katmanlarında etkili siyasal bir paralizasyona yol açmıştır.
Zira bütün özgün farklılıklarına karşın gerilla hareketleri, başından itibaren ideolojik yönelimleriyle iktidar perspektifinden uzak, kurulu sistemi aşan politik programları olmayan, heterojen sınıfsal katmanlardan oluşan akımlar olarak kaldılar. Bölgede burjuva reform akımlarının çıkmazı ve Sovyet yanlısı komünist partilerin düzen içi reformist çizgilerine tepki olarak da olsa, özellikle söylemde bu radikal silahlı grupların sosyalist bir alternatif toplumsal yapı oluşturma diye bir kaygıları olmadı. Deklasse olmuş kent orta kesim entellektüellerinin önemli rol oynadığı bu hareketler, süreç içinde önemli oranda proletarya dışı ara kesimleri harekete geçirseler de, her konjonktürel fırsatta egemen rejimin demokratikleşmesinden öte somut sosyal bir program oluşturamamışlardır. Kurulu sisteme entegrasyon, birçok gerilla yöneticisi için de kısa sürede kariyer yapma, düzenin yönetiminde rol oynama yolu açmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk, geçmişte olduğu gibi yeni “demokratik” ortamda da bütün çirkefliğiyle devam etmiştir.
Özel mülkiyetin egemen olduğu bir toplumsal düzenden başka ne beklenebilir ki zaten?