Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde aylardır sürdürülen Kıbrıs görüşmeleri, iki toplumun yöneticilerinin birbirlerini suçlamalarıyla bundan önceki “çözüm” görüşmelerinin akibetine uğradı. Kıbrıs halkının barış umudu, hükümran devletlerin çıkarları uğruna ayaklar altına alındı. Kapalı kapılar arkasında sürdürülen görüşmelerde nelerin konuşulduğunu, hangi kirli pazarlıkların sürdürüldüğünü Kıbrıs halkı hiçbir zaman gerçek anlamıyla öğrenemedi. Kıbrıs halkının barış umutları kirli pazarlıkların malzemesi yapıldı. Kuzey Kıbrıs’ta bulunan 30 bin askerinin geri çekilmesinin söz konusu olamayacağını söyleyen Türk sermaye devletinin varlığı koşullarında Kıbrıs’ta her çözüm arayışının aynı akibete uğraması kaçınılmaz olacaktır.
Kasım ayında İsviçre’de yapılan zirveye, Güney Kıbrıs Devlet Başkanı Nikos Anastasiadis ve Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı başkanlığındaki heyetlere BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon eşlik etmişti. Görüşmeler sürerken yayılan sahte iyimserlik havasının içi boş bir yalandan ibaret olduğu, zirveden sonra yapılan karşılıklı suçlamalarda açığa çıkmıştı. Başarısızlığı karşılıklı olarak birbirlerinin üzerine yıkan yöneticilerin yaptıkları açıklamalarda itiraf ettikleri üzere, tarafların daha önceden “anlaştık” dedikleri konuların hiçbirinde uzlaşma sağlamadıkları açığa çıkmıştı. 16 Şubat günü de aynı tiyatro sahnelendi. Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Kıbrıslı Rum Başkan Anastasiadis’in 16 Şubat günü görüşmeyi terk ettiğini söylerken, Anastasiadis ise Akıncı’yı toplantıyı terk etmekle suçladı.
“Taksim” Türk sermaye devletinin temel politikasıdır
Stratejik olarak önemli bir konuma sahip olan Kıbrıs’ı “taksim” ederek (adayı bölerek), en azından bir kesimini ilhak etmek Türk sermaye devletinin temel politikası olmuştur. Kıbrıs işgalinin 23. yılında Kıbrıs fatihi(!) Ecevit, sekiz bakan ve hava kuvvetleri komutanını da yanına alarak Kıbrıs’a yaptığı çıkartmada “Kuzey Kıbrıs Türkiye ile ‘kısmen’ bütünleşecek” derken, sermaye devletinin emperyalist hayallerini dile getiriyordu. 1955 yılında Rum halkına karşı gerçekleştirilen 6-7 Eylül katliamı sırasında ortaya salınan katiller sürüsünün işledikleri cinayetleri “Ya taksim, ya ölüm!” sloganları eşliğinde işlemeleri de bu amacın bir parçasıydı.
1974 yılında Yunan albaylar cuntasının Kıbrıs’taki meşru yönetimi yıkarak, Türk toplumuna karşı başlattığı saldırı Türk sermaye devletine beklemediği olanakları sundu. Adayı işgal eden Türk ordusu adanın kuzey kesiminde yaptığı etnik temizlikle adanın yerli Rum halkını göçe zorlayarak geniş bir toprak alanını ilhak etti. Türkiye’den getirdiği yoksul halkı Rumlardan boşalan topraklara yerleştirerek ilhakı kalıcılaştırmaya çalıştı. Adada bulundurulan 30 bin kişilik işgalci Türk askeri gücünü, MHP’li faşistler ve mafya bozuntusu çapulcularla takviye ederek, adanın kuzeyindeki işgal düzenini süreklileştirdiler. Askeri faşist cunta döneminde, 1983 yılında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) kurdurarak mafyatik yapıyı devletleştirdiler.
Yerlisi kalmayan bir ada
Yerli Rum halkından zorla arındırılan adanın kuzeyine Türkiye’den getirilen göçmenlerin yerleştirilmesiyle adanın demografik yapısı köklü bir değişime uğratıldı. En azından adanın kuzey kesiminde neredeyse yerli halk kalmadı. Yapılan nüfus sayımları bu gerçeği gözler önüne seriyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sürekli ikamet eden insan sayısı 286 bin 257. Ülkede sürekli ikamet eden Kıbrıs doğumlu (KKTC ve Güney Kıbrıs) kişilerin sayısı ise 160 bin 207’dir. Bu rakam Kıbrıs’ta sürekli ikamet eden nüfusun yüzde 56’sıını oluşturuyor. KKTC’de sürekli ikamet eden Türkiye doğumlu kişilerin sayısı ise 104 bin 641’dir. Bu rakam Kıbrıs’ta sürekli ikamet eden nüfusun yüzde 36,6’sına denk geliyor. Kırk yıldan fazla bir zamandır Türkiye’den getirilen insanların adada yaşadığı dikkate alındığında, adada 1974 işgalinden sonra yerleştirilen insan sayısının yeni doğumlara bağlı olarak çok daha fazla olduğu görülür. Zira, 1974’ten sonra yerleştirilenlerin çocukları da doğal olarak KKTC nüfusunun yüzde 56’sını oluşturan Kıbrıs doğumlular kategorisinde sayılıyorlar.
Adanın demografik yapısını değiştirip, adada 30 bin asker bulundurmasına karşın, Türk sermaye devletinin ilhakçı politikaları hayal ettiği sonuçları vermedi. Öyle ki, Nisan 2015’te yapılan seçimlerde %60’lık oy oranıyla cumhurbaşkanlığını kazanan Akıncı, bu başarısını seçim kampanyasında, çözüm için güçlü bir irade ortaya koyacağını ve Türkiye ile ilişkilerde tam eşitlik prensibini temel alacağını açıklamasına borçludur. Ne ki, “solcu”, “halk adamı” pozlarında seçimleri kazanan Akıncı da, iktidara geldikten sonra selefleri gibi göstermelik çözüm girişimlerinin dışına çıkamadı. Türk sermaye devletinin ilhakçı-sömürgeci boyunduruğunu aşamadı.
Gerçek ve kalıcı barış için devrimden başka seçenek kalmamıştır
Adanın kuzeyini ilhak etme politikalarına bağlı olarak yerleştirilenlerin bile seçimlerde birleşik federatif Kıbrıs için, Türkiye ile tam eşitlik esasına göre ilişki kurma vaadine oy vermiş olmaları, Türk sermaye devletinin ilhakçı politikalarına karşı güçlü bir yanıt olmanın yanı sıra, ada halkının barış ve dostluk içerisinde yaşamak için güçlü bir isteğe sahip olduğunun da göstergesi olmuştur.
Adanın stratejik konumu gibi batısındaki doğalgaz yatakları da Türkiye, Yunanistan ve Britanya’nın iştahını kabartıyor. Yaşanan deneyimlerin de kanıtladığı gibi, üçlü hükümran şer devletlerinin iradesi kırılmadan Kıbrıs’ta barışın sağlanması mümkün olmayacaktır. Her yıl tekrarlanan “çözüm” görüşmelerinde nelerin pazarlığının yapıldığına dair doğru bir açıklama yapmaktan bile kaçınan akbabaların adaya barış getirmelerini beklemek ham bir hayaldir. Sorunun kaynağı olan şer cephesini sosyalist devrimin zaferiyle yenilgiye uğratacak olan bölge halkları, gerçek ve kalıcı barışın da mimarları olacaktır.