Kapitalizm günümüzde küresel çapta yaşanan bir krizin içindedir. '70’li yıllarda başlayan ve günümüze uzanan bu çok yönlü kriz, bugüne dek yapılan tüm müdahalelere rağmen aşılamamıştır.
Kriz dönemleri -özellikle ciddi kırılmaların yaşandığı süreçler- faşist saldırganlığın gemi azıya aldığı, militarizmin zincirlerinden boşaldığı, polis devleti uygulamalarının hız kazanıp kurumlaştığı dönemlerdir.
Her yerde demokrasiden siyasal gericiliğe geçiş var
Kapitalizmi soluksuz bırakan söz konusu kriz, doğal olarak zengin kıta Avrupa’nın da bir gerçeğidir ve Avrupa’da da yukarıda belirtilen durum yaşanmaktadır.
Bilindiği üzere Avrupa, yakın dönemlere kadar demokrasinin kalesi olarak sunuluyordu. Burjuva demokrasisinin insanlığın görüp göreceği en yaşanılabilir rejim olduğu iddia ediliyordu. Buna karşın, onlara göre sosyalist ülkeler -başta Doğu Almanya örnek verilerek- birer polis rejimleri idi. Sosyalizmi karalamak ve gözden düşürmek amaçlı bu kara propaganda yıllarca sürdürüldü. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun resmen yıkılıp dağıldığı sırada sosyalizme dönük bu karşı-devrimci propaganda ek bir ivme kazandı. Bu gelişme ‘’tarihin’’, dolayısıyla da sosyalizmin ‘’sonu’’, buna karşın burjuva demokrasisinin zaferi, ve ebediliği olarak sunuldu. Gorbaçov’un ve onun şahsında sovyet revizyonizminin de çanak tuttuğu bu azgın anti-komünist propaganda ilk dönem etkili de oldu. Ciddi ideolojik kırılmalara ve bunun dolaysız ifadesi olan savrulmalara yol açtı. Avrupa ve Avrupa burjuvazisi anti-komünist saldırganlığın her daim başını çekti.
1992 yılında Avrupa Birliği (AB) kuruldu ve bu kez AB demokrasinin mabedi ilan edildi. Her yere refah, barış, insan hakları ve demokrasi ihraç edilecekti, iddia buydu. Bu gelişme en çok da, liberal takımını heyecanlandırdı. Ne var ki, yaşam, hem de çok kısa bir süre sonra, onların tüm arzularının ve beklentilerinin tam tersi yönünde gelişti.
Önce ‘’sosyal devlete’’ elveda dendi. Avrupa’nın aç gözlü tekelleri sabırsızdı. Zira Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku engeli de kalkmıştı. Tam saldırı zamanıydı. Onlar da bunu yaptı. O güne dek yararlanılan, işçi sınıfının kendi öz mücadelesinin ve sosyalizmden duyulan korkunun eseri olan iktisadi, sosyal, siyasal ve tarihsel tüm kazanımlara dönük bir haçlı seferi başlatıldı. Saldırıların bir yanını iktisadi-sosyal yıkım, diğer yanını ise, demokratik hak ve özgürlüklerin budanması, ortadan kaldırılması oluşturuyordu.
Siyasal gericilikten faşizme doğru
Bu aynı süreç içerisinde, daha önce bir suç olarak nitelenen faşizm bir düşünce akımı mertebesine çıkartıldı, üstelik de burjuva demokrasisinin üstünlüğünün bir örneği olarak sunulup, hoşgörü ile karşılanmaya başlandı. Faşist propaganda, eylem ve örgütlenmenin önü açıldı, gelişmeleri için her türlü imkan sağlandı. Mantar misali neo-naziler, Pegidalar, Altın Şafaklar çoğaldı, büyüdü. Almanya’da NPD, AfD, İngiltere’de UKİP, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Fransa’da, Marine le Pen’in Ulusal Cephe’si vb. partiler hızla ve istikrarlı biçimde hatırı sayılır bir seçmen desteğine kavuştular. Ulusal parlamentolara ve Avrupa Parlamentosu'na çok sayıda adam sokmaya başladılar. Gelinen yerde, Fransa’da, Avusturya’da artık cumhurbaşkanlığı için yarışıyorlar.
Tüm bu politika ve icraatların gerisinde yine Avrupa’nın aç gözlü tekelleri yer almaktadır. Irkçı-faşist saldırganlık yine tekellerin, devletin koruması altındadır. Her daim onlar tarafından desteklenmekte, finanse edilmekte ve güçlenmeleri için her türlü imkan sunulmaktadır. Neo-faşist akımlar ve partiler polis ve istihbarat örgütleri ile içli dışlıdır, ortak mesai halindedirler.
Gelinen yerde Avrupa’da burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir ince tül perdesi vardır. Günü geldiğinde bu tül perdesi de fırlatılıp atılacaktır. Mevcut gidişat önlenemezse eğer, Avrupa’nın tüm uluslardan işçileri, emekçileri, ilerici ve devrimci güçleri Hitler’e rahmet okutacak bir vahşetle karşı karşıya kalacaktır.