Almanya 2017 yılı Kasım’ında Federal düzeyde yeni seçimlere sahne olacak. Ancak seçimlerin startı şimdiden verilmiş bulunuyor. Bunun ilk durağı ise Mecklenburg-Vorpommern eyaleti oldu. Bilindiği gibi Almanya için Alternatif Partisi (AfD) Mecklenburg-Vorpommern eyaletindeki seçimlerde %20,8 oranında bir oy aldı ve Başbakan Angela Merkel’in Hristiyan Birlik Partisi’ni (CDU) geride bırakarak ikinci oldu.
AfD’nin bu seçim başarısı, başta federal mecliste temsil edilen partiler içinde olmak üzere Alman politik çevrelerinde şok etkisi yarattı. Analizler yapıldı, yoğun biçimde tartışıldı, karamsarlığın hakim olduğu çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Buna karşın bu aynı gelişme Avrupa’daki diğer ırkçı-faşist partileri içinde çok belirgin bir sevinçle karşılandı, hepsi de tek tek AfD’yi bu başarısından dolayı kutladılar.
Yüzde 20,8 oyla 18 sandalye kazanan AfD’ye ilk tebrik, Fransa’daki ırkçı-faşist Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’den geldi. Le Pen, Twitter’dan “Dünün imkânsızı bugün gerçek oldu. AfD’nin vatanseverleri Bayan Merkel’in partisini süpürdü. Tebrikler” diye yazdı. Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel Başkanı Heinz-Christian Strache ise başarıyı, Facebook üzerinden, “Tebrikler ve 9’uncu Alman eyalet meclisine hoşgeldiniz. Üstelik de ikinci parti olarak! Doğru yol” mesajı ile paylaştı. Hollanda’da yapılacak 2017 parlamento seçimlerine “İslamlaşmadan arınma” şiarı ile hazırlanan Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders de, kısaca “Tebrikler AfD” diyerek bu kervana katıldı.
Tablo her yerde aynı, dolayısıyla şaşılacak bir tarafı yok. Benzer bir gelişme geçtiğimiz yılın sonlarında Fransa’da yaşanmıştı. Marine Le Pen’in ırkçı-faşist partisi Ulusal Cephe %30 oranında bir oy almıştı. Bu başarısı ile sadece ülke parlamentosundaki milletvekili sayısını çoğaltmamış, Avrupa Parlamentosu’na da temsilci göndermişti. Bu başarı ki, 2017 yılında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri için de ciddi bir mesaj niteliği taşıyor. Avusturya’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcı Norbert Hoffen’nin sosyal-demokrat aday Alexsander van der Bellen’le kafa kafaya sonuçlanan seçim başarısı, ırkçı-faşist partilerin seçim başarılarının bir başka örneği olmuştu. Sosyal-demokrat aday çok az bir oy farkı ile ancak ipi göğüslemişti. Ki Avusturya Özgürlük Partisi, seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesi ile bir itirazda bulundu ve bu itirazın sonucunda seçimler iptal edildi. Yunanistan’daki Altın Şafak partisi, Hollanda Özgürlük Partisi, İngiltere ve İsviçre’deki ırkçı-faşist partiler seçim başarıları ile bilinen diğer örneklerdir.
Irkçı-faşist partilerin önlenemeyen yükselişi ve belli başlı nedenleri
Kapitalizm diğer şeylerin yanı sıra aynı zamanda ırkçılık demektir. Yani günümüzde gitgide büyüyen bir tehlikeye dönüşen ırkçılığın kaynağı tekelci kapitalizmdir. Irkçı-faşist akımların tümü de bu bataklıkta üremektedirler. Hitler ve Naziler gibi, günümüzün ırkçı-faşist akımlarının tümü de tekellerin öz çocuğudurlar. Tekeller tarafından beslenmekte, her bakımdan desteklenip, yarının sosyal mücadelelerine karşı bir dalgakıran olarak kullanılmak üzere hazırlanmaktadırlar.
Neonazi, Pegida, Pro Köln ya da Pro NRW gibi ırkçı-faşist çetelerin, AfD, Ulusal Cephe, Altın Şafak, Özgürlük Partisi gibi partilerin tümünün gerisinde Avrupa’nın belli başlı tekeleri, devletleri ve istihbarat ve polis teşkilatları durmaktadır. Irkçılık Avrupa’nın her yerinde bir devlet politikasıdır. O kadar ki hepsi de istihbarat ve polis teşkilatları ile karanlık ilişkiler içindedirler, kimileri bu teşkilatların elamanlarıdırlar, tersinden de polis ve istihbarat elemanları adı geçen ırkçı-faşist partilerin üyesidirler. Birlikte çalışmakta, kanlı ve karanlık icraatları birlikte gerçekleştirmektedirler. Bunların toplam sonucu olarak, ırkçı-faşist akım ve partiler giderek güçlenmektedirler. Her seçimde aldıkları oy oranı bunu yeterince kanıtlamaktadır.
Avrupa önce İngiltere’de Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan, Almanya’da Helmuth Kohl dönemini yaşadı. Bu dönem Avrupa’nın işçi ve emekçilerine yönelik neo-liberal politikaların en saldırgan ve en acımasız halinin yaşandığı dönemdi. Ardından solun yeniden yükselişi olarak lanse edilen, İngiltere’de İngiliz İşçi Partisi, Almanya’da SPD-Yeşiller, Yunanistan’da PASOK hükümetleri işbaşına geldi. Günümüzde SPD hala Hristiyan Birlik partileri ile ortak olarak Almanya’da hükümettedir. Fransa’da sözde sosyalist, gerçekte sosyal-demokrat Hollande-Valls hükümeti, Yunanistan’da ise Syriza hükümetleri işbaşındadırlar.
Bu partilerin hiçbiri gerçekte işçiden ve emekçiden yana partiler değillerdi. Doğal olarak kurdukları hükümetler de gerçekte sol ya da sosyalist hükümetler değildi ve değildir. Bunlar bir yana klasik sosyal-demokrat partiler dahi değiller ve olamadılar. Burjuvazinin kriz politikalarını ve bunun damgasını vurduğu programları olduğu gibi benimseyip uyguladılar. Öyle ki en sağ ve muhafazakar partilerin dahi cesaret edip gündeme getirmedikleri iktisadi ve sosyal yıkım saldırılarını gündeme getirdiler. Birkaç yıl içinde biri diğerinden acımasız kemer sıkma paketleri ile işçi ve emekçilerde sıkılacak kemer bırakmadılar. Bu hükümetler döneminde sömürü daha da katmerleşti, işsizlik bir kabusa dönüştü, yoksulluk daha da derinleşti, işçi ücretleri daha da aşağılara çekildi, çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüleşti. Bu ise kendiliğinden, işçi ve emekçi yığınlarda sola ve sosyalizm iddiasında bulunan tüm parti ve hükümetlere derin bir güvensizliğe yol açtı. Umutsuzluk, çaresizlik ve gelecek güvensizliği iyiden iyiye büyüdü.
Toplum ölçüsünde yaşanan yokluk ve yoksulluk, gitgide büyüyen umutsuzluk ve çaresizlik durumu, Avrupalıların “Popülist sağ” olarak niteledikleri ırkçı-faşist akım ve partilerin istismar alanıdır ve onlar da bunu yapıyorlar. Bir yandan en ucuzundan bir sosyal demagoji ile bilinçsiz kesimlerin zihnini bulandırmaya çalışıyorlar. Ancak esas olarak kirli yöntemlere başvuruyorlar. Kapitalizmin işsizlik, yoksulluk, evsizlik gibi tüm melanetlerinin sorumlusunun ülke dışından gelen göçmenler ve şimdilerde akın akın Avrupa’ya gelen mülteciler olduğunu propaganda ediyorlar. Bu bayağının bayağısı propaganda çok daha etkili olsun diye, göçmen ve mülteci nüfusun, bu melanetlere sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda “Avrupalı” ya da “Hristiyan” kültürünü de yok ettiğini ileri sürüyorlar.
Hiç kuşkusuz bu propaganda en iğrencinden bir ırkçı propagandadır. Ne yazık ki bu propaganda, tarihin en görkemli sınıf mücadelelerine ve 1871 Paris Komünü gibi proletarya devrimine sahne olmuş Fransa’da dahi yankı bulmuştur ve bulabilmektedir. Sözgelimi Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin seçimlerde aldığı yüksek oy oranında işçilerin verdiği oy önemli bir miktarı bulmaktadır. Almanya’daki AfD de en çok eski Doğu Almanya’da ve yoksulluğun diz boyu olduğu yerlerde destek aramaktadır. Ancak bu kesimdeki desteği azdır. AfD toplumun her kesiminden oy almaktadır. Fakat esas olarak, kriz koşullarında yaşam standartları iyiden iyiye sarsılan orta sınıftan destek almaktadır. Alman orta sınıfı ki ırkçılığa ve şoven propagandaya en yatkın kesimdir. Pegida denen ırkçı-faşist çetelerin en büyük dayanağı orta sınıftır.
Mecklenburg eyaletinde yapılan seçimlerdeki AfD başarısında ise, savaş mağduru olmaktan başka suçu olmayan Suriyeli mültecilere, en çok da Müslüman olanlara dönük iğrenç propagandaların ve düşmanlığın çok özel bir rolü olmuştur. Doğrusu Angela Merkel’in sahte “Mülteci Anası” pozundaki politikasını teşhirde başarı sağlamışlardır.
Devrimci partiden yoksunluk ve sınıfın hazırlıksızlığı
“Günümüzde Avrupa’da neofaşist akımların, İslam dünyasında ise gerici dinci akımların öne çıkması ve önemli bir toplumsal destek kazanması olgusu dikkat çekicidir. Bu olgu, toplumsal-siyasal bunalım ile onun günden güne büyüttüğü toplumsal-siyasal hoşnutsuzluğun dolaysız bir yansımasıdır. 20. yüzyılın tarihsel deneyimlerinin de gösterdiği gibi, devrimci partinin ve sınıfın hazırlıksız olduğu her durumda, toplumsal bunalımın hoşnutsuzluğa ve yeni arayışlara ittiği kitlelerin bu türden sahte muhalif gerici düzen akımlarının tuzağına düşmesi her zaman ihtimal dahilindedir ve bu devrim için en büyük tehlikelerden biridir.” (TKİP IV. Kongre Bildirisi, Ekim 2012, www.tkip.org )
Ne yazık ki Avrupa’nın hiçbir yerinde devrimci bir parti bulunmamaktadır. Bununla bağlantılı olarak işçi sınıfı da devrimci bir hazırlıktan yoksundur. İşte bu, en büyük eksiklik ve en büyük tehlikedir. Avrupa işçilerinin ve emekçilerinin ırkçı-faşist akımlar gibi sahte alternatiflerin tuzağına düşmesinde, krizin tetikleyip günbegün büyüttüğü hoşnutsuzluk temel bir rol oynamaktadır.
Bir kez daha ırkçı-faşist akımları besleyip büyüten bu aynı koşullar, diğer yandan bünyesinde devrimci imkanları da barındırmaktadır. Bir diğer ifade ile koşullar devrimin de dinamiğini de içermektedir. Eninde sonunda devrimci parti eksikliğini ve sınıfın hazırlıksızlığını da giderecektir.