18 Aralık günü ABD ile Küba’dan yapılan eşzamanlı açıklamalarla, iki ülke arasındaki ilişkilerin “normalleştirileceği” ilan edildi. Bu açıklamalardan hemen önce Amerika Kübalı üç istihbaratçıyı, Küba ise 20 yıldır hapiste olan bir ABD ajanını serbest bıraktı.
ABD Başkanı Barak Obama, ABD-Küba ilişkilerinde artık yeni bir dönem açıldığını dile getirdi ve “50 yıllık izolasyonun” bir işe yaramadı diyerek bir de itirafta bulundu. 50 küsür yıldır Kübaðya uygulanan ambargoyu ise “zamanı geçmiş yaklaşım” olarak tanımladı. Bundan böyle, Küba’ya yaptırım uygulamak yerine başvurulacak reformları destekleyeceklerini ve teşvik edeceklerini belirtti. Dünyanın çeşitli ülkelerinde elde ettikleri deneyimlerden hareketle, bunun daha iyi sonuçlar verdiğini vurguladı. İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesinin ilk adımları olarak Havana’da büyükelçilik açmayı ve karşılıklı üst düzey ziyaretler yapmayı düşündüklerini dile getirdi.
Obama, bir asırdır sınırsız bir kin ve düşmanlığın boy hedefi yaptığı, iktisadi ambargolarla adeta bunalttığı Küba halkına, “daha iyi bir gelecek için geçmişin üzerine sünger çekmeyi” önermeyi ve Küba yönetiminin ekonomi ve insan hakları konularında reformlar yapması gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmedi.
Raul Castro ise ABD ile aralarında insan hakları, dış politika, egemenlik gibi konularda temel farklılıkların bulunduğunu, fakat bunun iki ülkenin ‘medeni bir şekilde’ yaşamayı öğrenmesinin önünde engel olmadığını açıkladı. Raul Castro açıklamasının devamında “ABD Başkanı Obama’nın kararı halkımızın saygısını hak ediyor” dedi ve ticaret ambargosu sorununun ise hala çözülmediğini vurguladı.
“Normalleşme” uluslararası sermaye medyasında “buzlar eriyor”, “ilişkiler normalleşiyor” gibi başlıklarla verildi. BM Genel Sekreteri ve Papa’dan tebrik açıklamaları geldi. Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro ise Obama’nın hareketinin cesaret isteyen ve gerekli bir iş olduğunu söyleyip, iki ülke arasındaki tutuklu takasının Küba için zafer anlamına geldiğini belirtti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de “Küba’yı 60 yıl sonra ziyaret eden ilk ABD Dışişleri Bakanı olmayı sabırsızlıkla” beklediğini açıkladı.
Dünden bugüne ABD-Küba ilişkileri ve seyri
ABD, her zaman tüm Latin Amerika’yı ve Küba’yı kendi arka bahçesi olarak görmüştür. Batista işbaşındayken gerçekten de böyle oldu. 59’da Küba’da devrim oldu ve Batista rejimi yıkıldı. Küba artık ABD’nin arka bahçesi değildi. Yönünü Çin ve SSCB’ye ve onların şahsında “sosyalizme” çevirdi.
ABD doğal olarak devrimi içine sindiremedi. Hiç vakit geçirmeksizin Küba’ya savaş açtı. Tam bir kuşatma altına aldı, izolasyon politikası uyguladı. Küba küçük ve yoksul bir ülkeydi. İktisadi alanda büyük güçlüklerle ve imkansızlıklarla karşı karşıyaydı. Elindeki en değerli ürün şeker kamışıydı, ne ki, şeker kamışı üretiminde bile zorlanıyordu. ABD işte bunları biliyordu. Küba’yı iktisadi alanda çökertmek için harekete geçti. Ağır bir iktisadi ambargo uygulamasına başvurdu. Bununla da yetinmedi. Şeker pancarı tarlalarına dönük sabotajlar tezgahladı. Defalarca açığa çıkarıldığı halde ardı arkası gelmeyen casusluk faaliyetleri ve devrimin önderi Fidel Castro’ya dönük alçakça suikast girişimleri, ABD’nin karşı-devrimci saldırılarını tamamlayan diğer kirli icraatları oldu. Bunlarla da kalınmadı, J. Kennedy döneminde Küba'yı işgal edip yeniden arka bahçesi haline getirmek amaçlı ünlü Domuzlar Körfezi saldırısını gerçekleştirdi. Fakat devrimin küçük-büyük tüm kazanımlarını yok etmek için başvurduğu bu saldırılar boşa çıkarıldı. F. Castro liderliğindeki devrimci yönetim ve en çok da Küba halkı saldırılara boyun eğmedi, onurunu çiğnetmedi ve teslim olmadı.
İki binli yıllar Küba için rahatlatıcı kimi önemli gelişmelerin yaşandığı yıllar oldu. Venezuela ve Bolivya’dan başlayarak nerdeyse tüm Latin Amerika’da ilerici/sol hükümetler işbaşına geldi. Özellikle Chavez Venezuela’sı ve Bolivya Küba ile son derece kardeşçe ilişkiler kurdular. ABD’nin Küba’ya karşı kirli bir silah gibi kullandığı petrolü bu ülkeler Küba’ya vermeye başladı. Uluslararası platformlarda Küba ile candan bir dayanışma içinde oldular. Castro ve Küba yönetimi ile yakın ilişkiler kurdular. O da başta sağlık alanında olmak üzere, -her yere işinin ehli doktorlar göndermek gibi- kendi imkanlarını bu dost ülkeler sundu. Latin Amerika’nın önemli ülkelerinde ilerici/sol eğilimli hükümetlerin işbaşında olması demek, ABD’nin arka bahçesini yitirmesi demekti. Küba ve diğer Latin ülkelerine dönük tecrit siyaseti, ambargolar, ekonomik sabotajlar ve biri diğerinden skandal nitelikteki casusluk faaliyetleri para etmemişti. Bu kez, daha sinsi yol ve araçlarla içeri sızma, yani kaleleri içten çökertme siyaseti devreye sokuldu.
Küba’ya ve aslında tüm Latin ülkelerine dönük bu yeni politikayı uygulamak ise bir siyahi ve göçmen olan Barak Obama’ya nasip oldu. İşe şimdiki Vatikan papasının tercihli ve de bilinçli biçimde işbaşına getirilmesi ile başlandı. Bu seçim Latin ülkelerinde de hoşnutlukla karşılandı. Çiçeği burnundaki papa Latin ülkelerine davet edildi ve hoşnutlukla ağırlandı. Bu hiç de hayra alamet bir gelişme değildi. Olmadığını ise bugünlerde öğreniyoruz.
İlişkilerde “normalleşme” mi, kaleyi içten fethetme siyaseti mi?
Birden bire ortaya çıkılıyor ve yaklaşık iki yıldır, kirli arabuluculukları ile ünlü Kanada ve emperyalizmin vaftiz babası Vatikan Papası üzerinden, üstelik de Küba halkından gizlenerek yürütülen bir ABD-Küba ilişkilerinin normalleştirilmesi çalışması yapıldığı açıklanıyor.
ABD Başkanı Obama aracılığıyla, bugüne dek Küba’ya uygulanan izolasyon politikasının işe yaramadığı, ambargonun ise zamanı geçmiş bir yaklaşım olduğu itirafında bulunuluyor. İki ülke arasında artık yeni bir dönemin başlatıldığı müjdesi(!) veriliyor. Bundan böyle Küba’ya yaptırım uygulamak yerine başvurulacak reformları destekleme ve teşvik etme sözü veriliyor. Bu arada, Küba halkına daha iyi bir gelecek vaadinde bulunmayı ihmal etmiyorlar.
Söz konusu olan, sosyalist bir ülke değil, yardımsever bir kuruluş da değildir. Tam tersine söz konusu olan, bugüne dek Küba’ya karşı düşmanca bir tutum içinde olan, aralıksız biçimde her vesileyle dosdoğru Küba devriminin kazanımlarına saldıran, Küba rejimini yıkmaya çalışan ve Küba’yı yeniden kendi arka bahçesi yapmak için her türlü karşı devrimci girişime başvuran, emperyalist-kapitalist sistemin efendisi ABD emperyalizmidir. Diğeri ise bugüne dek ABD'nin karşı devrimci tüm saldırılarına direnen, şantajlarına boyun eğmeyen, yaşadığı türlü açmaza rağmen, kendi imkanlarıyla yolunda yürüme kararlılığı gösteren ve devrimin yıldönümlerinde Küba halkına seslendiği balkondan, her defasında “Ya sosyalizm, ya ölüm!” diye slogan atan Castro liderliğindeki Küba’dır.
Emperyalizmin özü değişmemiştir. Yardımsever ise hiç değildir. Emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Emperyalizmin çağımızdaki eğilimi de demokrasi değil, siyasal gericiliktir. Emperyalizm özgürlük değil, her yere egemenlik götürür. Bilimsel teorinin şaşmaz doğruları bir yana, tarihsel deneyimler de kanıtlamaktadır ki, ABD emperyalizminin ve onun adına Obama’nın sözünü ettiği ekonomik reform dosdoğru serbest piyasa ekonomisidir. Olduğu kadarıyla sosyalist uygulamalardan vazgeçip, kapitalist restorasyon yoluna sapmaktır. Obama’nın önü açıldı dediği şeyin bu olduğundan şüphe yok. İnsan hakları reformu dediği de, kendi ikiyüzlü burjuva demokrasisidir.
Serbest piyasa ekonomisinin karşılığının ne olduğunu en iyi, emperyalizme bağımlı ülkelerin işçi ve emekçileri bilir. Onun demokrasi ve insan hakları dediğinin gerçekte ne olduğunu ABD’nin işgal ettiği ülkelerin emekçi halkları bilir. Uzaktan örnek göstermeye de gerek yok, bunların gerçekte ne olduğunu, Wall Street'i İşgal Et eylemcileri, Ferguson’un siyahileri, göçmenleri ve tüm bir Amerikan yoksulları bilir. Obama’nın demokrasi ve insan hakları dediği şey tastamam bir polis rejimidir. Kapitalizmin, hele de ABD’nin ne Küba’ya ne de Latin Amerikalı emekçilere sunacağı bir gelecek vardır. Çünkü kapitalizm geleceksizlik demektir.
Geleceği Küba’nın işçileri ve emekçileri belirleyecektir
Gerçek şu ki, ABD bir kez daha Küba’nın açmazlarına oynuyor. 50 küsür yıldır dize getiremediği Küba’yı şimdi daha kirli politikalarla içten fethetmeye çalışıyor.
Bunun ne denli başarılı olup olmayacağını, her şeyden önce ve herkesten çok yarım asırdır sosyalist ideallerle kolektif bir kültürel kimlik kazanmış Küba halkının tutumu belirleyecek. Küba halkı, devrimi ve kazanımlarını tehlikede hissettiği her durumda büyük bir bağlılıkla devrimin değerlerine sahip çıkmasını bildiği içindir ki son 20 yılda iyice ağırlaşan izolasyona, baskılara, her türlü ambargoya rağmen Küba’nın ayakta kalması sağlanmıştı.
Küba halkı devrimin kazanımlarını savunmaya devam etmelidir.