Aylardır merakla beklenen Lübnan’daki seçimler dört yıl gecikmeli olarak 6 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu denli dikkat celp etmesinin sebebi, Lübnan’ın, Ortadoğu’da bir tarafta ABD, İsrail ve Suudi Arabistan diğer tarafta İran ve Suriye’nin olduğu kamplar arasında kızıştırılan yeni karşılaşmanın arenalarından biri olmasıdır.
Seçim, Hizbullah’ın 2013’te Suriye savaşına dahil olarak aldığı ciddi risklerin halk nezdindeki karşılığının görülmesi bakımından önemliydi. Hizbullah’a karşı olup da “Hizbullah’ın müdahalesi olmasaydı Nusra Cephesi ve IŞİD Lübnan’ı yutmuştu” diyenlerin çok olduğunu biliyorduk.
Hakeza sandık, Suudi Arabistan’ın ABD ve İsrail ile koordineli bir şekilde, Hizbullah’ı bertaraf etmek üzere yaptığı müdahalelerin ne denli tesirli olduğunu görmek için de bir projektör olacaktı. Malum Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz (ya da Veliaht Prens Muhammed) geçen Kasım’da emirle ayağına çağırdığı Lübnan’daki adamları Başbakan Saad Hariri’yi, Hizbullah’a karşı darbe planının bir parçası olarak alıkoyup zorla istifa mektubu okutmuştu. Bu aşağılayıcı tavır karşısında birbirine diş bileyen Lübnanlı rakip güçler ortak tavır sergilemiş, böylece kral ve oğlunun oyunu ters tepmişti. Fransa’nın devreye girmesiyle Hariri rehine olmaktan kurtulmuş ve Beyrut’a dönüp istifasını geri çekmişti. Bu müdahalenin Suriye ve Hizbullah karşıtı 14 Mart Koalisyonu’nu zayıflattığını gören Suudi Arabistan ‘ödül’ siyasetine geçerek durumu toparlamaya çalışmıştı. Yine Fransa ve ABD’nin Lübnan’a mali destek vaadi de havuç-sopa siyasetinin diğer ayağını oluşturuyor.
Bu seçim, Suriye’de savaş kabiliyetini daha da artıran Hizbullah’a karşı müdahale senaryoları üzerinde çalışan İsrail’in alacağı kararlar için de önemliydi. Hizbullah, İsrail’in Lübnan’da cephe açma niyetine karşın Suriye’de ‘görev tamam’ diyebilecek durumdaki güçlerini Lübnan’daki üslerine çekerek içerdeki pozisyonunu güçlendirme yoluna gitti.
Peşinen söylenmesi gereken şey, Lübnan’da 1943 Ulusal Mutabakatı ile 1989 Taif Anlaşması’na dayalı dinler ve mezhepler arasında bölüşülmüş siyasal sistem yüzünden seçim sonuçları ancak göreceli değişiklikler doğurabiliyor. Kim ne kadar oy alırsa alsın tek başına meclis kontrolünü ele geçirmesi mümkün değil. Cari sisteme göre parlamentodaki 128 koltuğun yarısı Müslümanlara, diğer yarısı Hıristiyanlara rezervli. 64’e 64. Hıristiyanlara ayrılan koltuklardan 34’ü Marunilere, 14’ü Grek Ortodokslara, 8’i Grek Katoliklere, 5’i Ermeni Ortodokslara, 1’i Ermeni Katoliklere, 1’i Protestanlara ve 1’i de Hıristiyan azınlığa ait. Müslüman kotasında ise Sünnilere 27, Şiilere 27, Dürzilere 8, Alevilere 2 koltuk düşüyor. 1943’ten beri cumhurbaşkanı Hıristiyanlardan, başbakan Sünni Müslümanlardan, meclis başkanı Şii Müslümanlardan seçiliyor. Bu haliyle koltuklar tapulu. Nüfus oranları değişse de bu sistem şimdiye kadar korundu.
Bu karmaşık sistem partileri bloklar oluşturmaya, her bölgenin yapısına göre ikili, üçlü, dörtlü ittifaklar kurmaya itiyor. Bu da meseleyi basitçe Şiilerle Sünniler ya da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında bir yarış olmaktan çıkartıyor. Kota sistemine bağlı olarak Hıristiyan’ın Hıristiyan’la, Dürzi’nin Dürzi’yle ya da Müslüman’ın Müslüman’la rekabeti daha keskin. İki Şii motor güç Hizbullah ile Emel, aralarındaki farklılıklara rağmen daha uyumlu hareket ediyor. Küçük partiler ve bağımsızlar seçime farklı boyutlar katsa da kabaca siyasal akım iki gerilim hattından geçiyor: İran-Suriye eksenine yakın kamp ile Batı-Suud destekli kamp. Her bir kampta her din ve mezhepten parti ya da aday bulmak mümkün.
Son seçimde vekâlet düzenine ‘hayır’ deyip bağımsız listelerle girenler oldu. Ayrıca adaylar içindeki kadın oranı da yüzde 1.7’den yüzde 10’a çıktı. Güç savaşlarının rehinesi durumundaki feodal siyasete isyan eden iki kadın bir arıza çıkmazsa meclis koridorlarına ulaşacak. Bağımsız adaylar ve kadınlar ‘üçüncü yol’u güçlendirecek önemli bir eğilim. Ayrıca Velid Cambolat gibi siyasetin ‘sekteryen’ kurtları yavaş yavaş koltuklarını çocuklarına bırakıyor. Bu türden bir gençleşme de Lübnan’ı ‘ne öldüren ne de onduran’ siyasal sistemin değişmesine belki katkı sağlayabilir. Sadece küçük bir umut!
Katılımın yüzde 49 gibi düşük gerçekleşmesinin nedeni de sandığın mevcut tabloda radikal sonuçlar getireceğine kimsenin inanmamasıdır; seçimlerden sonra zar-zor kurulan hükümetlerin yine mezhep dengeleri yüzünden bir türlü deveye hendek atlatamamasıdır; herkesin kendi bahçesini sulamasıdır; yolsuzluğun mezhep-din maskesi altında dönmesi ve suçların böylece dokunulmazlık kazanmasıdır ve insanlarda ortak bir gelecek tahayyülünün oluşamamasıdır. Yani Taif Anlaşması iç savaşta birbirine silah çekmiş kesimleri masanın etrafında tutmaya yarasa da ülkenin kamburunu her gecen gün büyütüyor.
***
Bu izahattan sonra gelelim sandıkta oluşan tabloya:
– Hizbullah ve müttefikleri seçimden güçlenerek çıktı. Geçici sonuçlara göre Suud-Amerikan-İsrail ekseninin sinirlerini zıplatan direniş ittifakının vekil sayısı 67’ye yükseldi. Hizbullah ile Emel mecliste Şiilere ayrılan 27 koltuktan 26’sını garantiledi. 2005’te 14 Mart Koalisyonu’nun 72 sandalyesine karşın Suriye yanlısı 8 Mart Bloku’nun vekil sayısı 42 idi. Daha sonra Hizbullah’la ittifak kuran Mişel Avn’un partisi Ulusal Özgürlük Hareketi’nin kazandığı 14 sandalye de ‘direniş’ blokuna yazıldı. Böylece 8 Martçıların sayısı 56’ya çıkmış oldu. Bu da onlara kabinede veto gücü veriyordu. 2009’da ise 8 Martçılar 57 vekil çıkarırken 14 Martçıların koltuk sayısı 71 idi. Halbuki 8 Martçılar daha fazla oy almıştı. Bu dengesiz sonucun nedeni çoğunluk esasına dayalı seçim sistemiydi. Son seçimde tablodaki değişimin nedenlerinden biri kuşkusuz nispi temsil sistemine geçilmiş olmasıdır.
– Seçimin en büyük kaybedeni Hariri liderliğindeki Gelecek Hareketi. Bu hareket anı zamanda 14 Mart’ın amiral gemisi. Hariri vekillik için yarıştığı Batı Beyrut’ta Hizbullah’ın adayı Emin Şerri’nin arkasında yarışı tamamladı. Hizbullah taraftarları bayraklarını Beyrut’ta Hariri’nin 2005’te öldürülen babası eski Başbakan Refik Hariri’nin heykeline kadar dikti. Gelecek Hareketi’nin vekil sayısı da 33’ten 21’e geriledi. Yine de Sünni cephede 21 koltukla en fazla desteği olan lider olarak Hariri başbakan adayı olmaya hak kazandı. Bu gerileme Hariri’ye her fırsatta ağır laflar ettiği Hizbullah’la işbirliğine gitmekten başka seçenek bırakmıyor.
– Baalbek-Hermel seçim bölgesinde Hıristiyan ve Sünni kontenjanlar için desteklediği adaylarla başarı elde edemese de kendi 13 adayını fire vermeden meclise gönderen Hizbullah’ın desteklediği listeler Beyrut, Trablus ve Sayda’da Gelecek Hareketi’ni zorladı.
– Hariri’yi Hizbullah’a karşı çok yumuşak olmakla suçlayıp Suudi Arabistan’ın yeni adamı olmaya çalışan eski İç Güvenlik Güçleri Komutanı Eşref Rifi Sünnilerin kalbi Trablus’ta umduğu altın vuruşu yapamadı. Ancak Hariri’nin Riyad’da hırpalanması ve içerde zayıflaması, Sünni blokta uzun süredir Hariri ailesi üzerinden yürüyen liderliğin sonuna yaklaşıldığını da gösteriyor.
– Hizbullah karşıtı güçlerin başında gelen Samir Caca liderliğindeki Hıristiyan partisi Lübnan Güçleri vekil sayısını sekizden 15’e çıkardı. Lübnan Güçleri bu çıkışını belki şunlara borçlu:
Rakip Hıristiyan güç Özgür Yurtseverler Hareketi geriledi. Partinin liderliğini, kayınbabası Cumhurbaşkanı Mişel Avn’dan devralan Dışişleri Bakanı Cibran Bassil çekim merkezi olamadı. Bassil hızlı ve öfkeli. Çok hata yapan genç bir lider.
– Cumhurbaşkanlığında sıranın kendisine geldiğini düşünen Semir Caca, ortağı Hariri’nin başbakanlık koltuğu için Hizbullah’ın müttefiki Avn’un cumhurbaşkanı seçilmesini kabul ettiği ve fazla taviz verdiği argümanlarını kullanarak Suriye-Hizbullah’a karşı daha keskin güç olma iddiasıyla kendine daha geniş bir alan açmaya çalıştı. Her zamanki gibi Suudi-Batı desteğine oynadı.
– 2005’te Refik Hariri’ye düzenlenen suikastın ardından bu ülkedeki askerlerini çekmek zorunda kalan Suriye ile bağlantılı en az 5 isim geri döndü. Suriye lideri Beşşar el Esad’ın arkadaşı ve Lübnan iç savaşının en güçlü adamlarından biri olan eski İç Güvenlik Şefi General Cemil el Seyyid seçilenler arasında. Suriye yanlısı eski Başbakan Ömer Kerami’nin oğlu Faysal Kerami de parlamentoya girdi. Seçimin bu sonucunu “Suriye geri döndü” diye okuyanlar var.
***
Görüldüğü gibi Lübnan siyaseti iki blok arasında sıkışmış durumda. Fakat seçim öncesi her iki blok içinde de bütünlüğü bozan tartışmalar yaşandı. Mesela ordudaki terfilerle ilgili bir kararnamenin bir bakanın imzası olmadan yayımlanması yüzünden Emel Hareketi lideri ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile Cumhurbaşkanı Avn arasında kriz çıktı. Yine Dışişleri Bakanı Cibran Bassil “İsrail’in güvenliğini koruma hakkına karşı değiliz” diyerek Emel ve Hizbullah’ı kızdırdı. Özel bir toplantıda Berri için “O meclis başkanı değil baltacı” diyen Bassil’in ses kaydı sızınca Berri taraftarları sokaklara döküldü, ortalık fena karıştı. Avn’un yapıcı girişimleri ve seçimin yaklaşması nedeniyle 8 Mart’ın bileşenleri bu tür hesaplaşmaları bir kenara bıraktı. Yine 14 Mart cephesinde Eşref Rifi istifasını geri alıp Hizbullah’la çalıştığı gerekçesiyle Hariri’ye demediğini bırakmadı. Lübnan Güçleri’nin lideri Samir Caca da 14 Mart ruhunun öldüğünü ilan etti.
Bu türden blok içi gerilimler dikkate alındığında Lübnan siyasetinin yeni kırılmalara ve koalisyonlara gebe olduğu söylenebilir. Ancak yeni ortaklıklar muhtemelen yine Suriye-İran ve Körfez-Batı eksenlerinin kutuplaştırıcı etkisinden çok uzak kalamayacak.
***
Girişte vurguladığım dış çepere dönersek durum şudur: Batı-İsrail-Körfez ittifakının Hizbullah’ı zayıflatma stratejisi işe yaramadı. ABD’nin terör örgütü saydığı Hizbullah 2006 savaşı sonrası yakaladığı siyasette belirleyici pozisyonunu daha da güçlendirdi.
Peki bu durum ABD ve İsrail’in Lübnan politikasını nasıl etkiler?
İsrail Eğitim Bakanı Naftali Bennett’ın Twitter mesajı Tel Aviv’deki yaklaşımın ipuçlarını veriyor. Bakan “Hizbullah=Lübnan” yazıp ekledi:
“İsrail devleti egemen Lübnan devleti ile Hizbullah arasında fark gözetmeyecek ve topraklarındaki herhangi bir eylemden Lübnan’ı sorumlu tutacaktır.”
Yani Hamas’ı seçtiği için bütün Gazzelilere ölümü hak gören İsrailliler ‘Mademki Hizbullah’tan vazgeçmiyor o halde tüm Lübnan açık hedeftir’ demeye getiriyor. Bu fiiliyatta kendini defalarca kanıtlamış tehlikeli bir güvenlik algısı. İsrail, 1983 öncesi Filistinli örgütleri, daha sonraki dönemlerde Hizbullah’ı hedef alma adına Lübnan’ı defalarca vurdu. ABD’nin garantörlüğünde Lübnan’la varılan anlaşmaya rağmen 1982’de Londra’da İsrail büyükelçisine suikast girişimini bahane edip Beyrut’taki kampları bombalayarak 264 kişiyi öldürdü. İsrail’in Lübnan’ı vurması için dünyanın herhangi bir yerinde bir İsraillinin başına bir şey gelmesi yeterliydi.
Trump yönetiminin Suudi-Emirlikler finansmanıyla İran nüfuzunu bölgeden temizleme stratejisiyle bağlantılı olarak İsrail’in Lübnan tanımlaması ayrı bir ciddiyet arz ediyor.
Elbette ortaya çıkan tablo bu güçlerin Hizbullah’ı silahsızlandırma hedeflerine Lübnan içinden üretilecek baskılarla ulaşamayacaklarını bir kez daha gösterdi.
Şimdi kritik soru; bu sonuç İsrail için caydırıcı mı kışkırtıcı mı? İsrail’in saldırganlık tarihine baktığımızda bir sorunu farklı beklentiler eşliğinde daha büyük kriz ya da savaş çıkartarak çözme stratejisine başvurduklarını görüyoruz. Mesela Filistinli mültecilerin yığılmasının ardından direnişin kumanda merkezi haline gelen Lübnan’da FKÖ’yü sürmek için Lübnan’a girmeyi kafaya koyduklarında Lübnan siyasetini dizayn edip İsrail’i tanımasını sağlamayı ve bu örneği Ürdün’e de dayatmayı hedefliyorlardı. 1982 işgali bu hesaplarla başladı.
Yani 2000 ve 2006 yenilgisinin yanı sıra Hizbullah’ın Suriye savaşında eriştiği kapasite ilave caydırıcı etki yaratsa da İsrail sağının alabileceği riskler normal mantığın kapsama alanını aşıyor.
GazeteDuvar / 08.05.18