“Şili” denilince aklımıza neler neler geliyor: Salvador Allende başkanlığında kurulan Unitad Popular hükümetinin 1973’te bir eylül sabahında CIA ve ITT liderliğindeki ulus-ötesi tekeller tarafından desteklenen ve bizzat yönetilen kanlı bir darbeyle devrilmesi; işbaşına getirilen General Pinochet’in on yıllarca sürecek faşist diktatörlüğü; bu süre boyunca Şikago Çocukları diye adlandırılan ultramuhafazakâr bir grup iktisatçının ellerinde kurgulanan neo-liberal reçetelerin sosyal laboratuvarı; başta bakır madenleri olmak üzere hayatın her alanına yayılmış özelleştirme, esnekleştirme, piyasalaştırma dönüşümleri... Ve elbette, Inti-Illimani’ler; Victor Jara’lar ve dilden dile dolaşan Venceremos ezgileri.
Şili, Latin Amerika kıtasının gelir dağılımı açısından en bozuk iki ekonomisinden birisi olarak biliniyor (diğeri, Şili türü neo-liberal/muhafazakâr reformlara öykünen yönetimiyle tanınan Jair Bolosonaro’nun Brezilya’sı). 1973 darbesinden sonra izlenen politikaların başında tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kamuya dair ne varsa talan edilmesi geliyordu. 1980’de özel finans fonlarına aktarılan bireysel emeklilik sistemi ile çalışanların birikimleri ulus-ötesi finans kuruluşlarının spekülatif rant oyunlarına teslim ediliyor; Şilililerin yaşamları boyunca elde ettikleri birikimler güvenceli bir emeklilik sağlamak şöyle dursun, kapitalizmin kumarhane masalarında çar çur ediliyordu. O zamanlar çalışma yaşamına atılan yüz binlerce Şilili, emekliliğe hak kazandıkları şu günlerde, uğradıkları büyük kayıpları ve yaşamakta oldukları haksızlıkları yeni yeni fark etmekteydi.
Birbiri ardına gelen özelleştirme dalgasıyla Şili’de tüm kamu hizmetleri piyasalaştırmış; tüm hizmetler ticari bir mala dönüştürülmüş durumda idi. Örneğin, başkent Santiago’nun yerleşikleri kıtanın en pahalı ve belki de en kötü çalışan su dağıtım şebekesine mahkûm edilmişti. Öte yandan, zengin bir azınlık yüksek sağlık sigortası primleriyle beslenen modern teçhizatlı özel hastahanelerde sağlık hizmetlerinden yararlanırken, milyonlarca yoksul parçalanmış ve tahrip edilmiş kamu sağlık şebekesinde aylarca sıra beklemekteydi.
Şili’nin başkenti Santiago, bir yanda ultra zengin mahallelerin ışıklı alışveriş merkezleri, özel okulları ve lüks arabalarıyla gelişirken, büyük çoğunluğunu yoksulların oluşturduğu sokakları ve köhneleşmiş bir ulaşım ağıyla çevrelenmiş mahalleleri ile tanınıyordu.
İşte Şili’de birdenbire neo-liberalizmin toplumsal terörüne karşı kitlesel bir direnişe dönüşen protestoları da bu köhne ve eksik ulaşım ağına yönelik zamlar tetiklemişti. Gerçi metro ücretlerine yapılan fiyat artışları son derece küçük boyuttaydı (30 peso - 4 sent); ancak Şili’de ulaşımın son derece pahalı olduğunu ve asgari ücretli bir çalışanın gelirinin ortalama yüzde 15’ini oluşturduğunu göz önüne aldığımızda, söz konusu zammın sembolik olmaktan öte anlam taşımakta olduğunu anlamak hiç zor olmasa gerekti.
Metro zammına karşı protestoların tetiklediği gösteriler kısa sürede, Dünya Bankası tarafından “kıtanın en hızlı büyüyen ve tüm kıtaya örnek oluşturan bu ülkede” uygulanmakta olan neo-liberal teröre karşı toplumsal bir direnişe dönüşüverdi. Ekim başından bu yana sürdürülen gösterilerde 15 kişi hayatını kaybetti; 1000’den fazla insan yaralandı (bunların arasında özellikle gözlere sıkılan plastik mermilerle gözlerini kaybeden 150 kişi de vardı).
Yaygınlaşan ve giderek büyüyen protestolar karşısında Şili Başkanı Sebastian Pinera önce metro zamlarını geriye alıyor; daha sonra da Santiagolulardan özür dileyerek, çalışanlara aktarılan sosyal yardım paketinin yüzde 14 genişletildiğini duyuruyordu. Başkan Pinera daha sonra bunlarla da yetinmeyerek kabinede değişikliğe gidecek ve kendisini Pinochet döneminin yılmaz bir ateşli destekçisi olarak tanımlayan İçişleri Bakanı Andres Chadwick’i de görevden alacaktı.
Ancak şimdiye değin bu politika dönüşümlerinin hiçbiri Şili halkının on yıllarca uygulanmakta olan neo-liberal saldırıya karşı olan direnişini yumuşatmaya yetmedi. Şili’den alacağımız en önemli ders?
Kuşkusuz ki önce Yaşasın Cumhuriyet!
Cumhuriyet / 30.10.19