Kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur.
İlk “modern üniversite”, Almanya’da, özgür bir felsefi tartışma zemininde kuruldu. Kant’tan Hegel’e uzanan “Alman idealizmi”nin bilim ve özerklikle ilgili düşünceleri, 1810’da Berlin’de kurulan Humboldt Üniversitesi’ne temel teşkil ettiler: Modern üniversite, insanın kültürel inşasını (Bildung) ve “gerçek” kavgasını tartışma, hümanizm ve özerklik ilkeleri üzerine dayandıracaktı. Wilhelm Humboldt ve dava arkadaşları Ortaçağ’ın skolastik düşüncesine ve Kilise doğmalarına “Hayır!” diyorlardı.
Ne var ki proje gerçek olamayacak kadar güzeldi ve uygulanamadı.
•••
Uygulanamadı; çünkü yaşam ve özgürlük kavgası soyut düşüncelerle verilmiyor; ideal ilkeler kurumların varlıklarını sürdürmeleri için yeterli olmuyor; “bilim ve gerçek kavgası”, reel dünyanın “maddi çıkarlar kavgası” karşısında çoğu kez yenik düşüyor. En azından tarih şimdiye kadar böyle cereyan etti. Nitekim “modern üniversite” kurucusu Almanya’da da gelişmeler farklı olmadı. Yeni üniversitenin açılışından sadece otuz yıl kadar sonra, IV. Wilhelm’ın şahsında en gerici sınıflar iktidara geliyor ve Üniversite’de özgür düşünce yasaklanıyordu. Böylece, din ve laiklik bağlamında Alman idealizmi’ni “sivil toplum” açısından tartışmaya başlayan bilim adamları birer birer üniversiteden uzaklaştırıldılar. Önce ilk kez “din, kitlelerin afyonudur” diyen Bruno Bauer kovuldu; sonra Feuerbach bir taşra üniversitesine sürüldü; Marx ise artık asistan olmak için akademik kuruma müracaat etmeyi bile gereksiz buldu. Toplumsal formasyonlara asıl damgasını vuran sınıf kavgaları Akademi’de de başat olmuş, hükmünü icra etmeye başlamıştı. Ve sınıfsal hegemonyaya dayanan bir sistem içinde, ezilen çoğunluk iktidar olmadan, Üniversite’de Humboldt’un ideallerine yer yoktu.
•••
Yine de burjuva toplumuyla beraber üniversitelerin giderek halk sınıflarına açılması, sınıf kavgalarının Akademi’ye de yansımasına ve özgürlük alanının genişlemesine yol açmıştı. Oysa kriz, savaş ve soğuk savaş dönemlerinde baskılar artıyor, özgürlükler yine askıya alınıyordu. Amerika’da “siyasal düşünceleri yüzünden işini kaybeden ilk radikal öğretim üyesi”, 1915 yılında, “maden ocaklarında çocuk emeğinin kullanılmasına karşı çıktığı için” Pensilvanya Üniversitesi’nden atılan ekonomi profesörü Scott Nearing oldu. Bir yıl sonra da Bertrand Russel gibi liberal bir filozof, sırf “pasifist etkinlikleri” yüzünden Cambridge’den kovuluyor, üstelik altı ay da hapse mahkûm oluyordu. 1960’ların yükselen devrim koşullarında ise üniversiteler özgürlük kaleleri haline geliyorlardı. Kontrolü elden kaçırma korkusuna kapılan egemen sınıflar, ünlü profesörleri yetersiz kalınca, bu kez de kampüslere ajan provokatörlerini yolladılar.
•••
Osmanlı Devleti modern sınıflara dayanan bir burjuva toplumu yaratamadığı için modern bir üniversite de kuramadı. Aslında daha Tanzimat’ı izleyen yıllarda “medrese sistemi”nin yetersizliği anlaşılmış ve bir “Darülfünun” kurulması tasarlanmıştı. Hatta İtalyan mimar M. Fossati’ye bir de bina planı ısmarlanmıştı. 1869’da kabul edilen “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” ise Darülfünun’un kaç bölümden oluşacağını, öğrencilerini nasıl seçeceğini, ders programının ne olacağını ayrıntılı bir şekilde (79-128 maddeler) düzenliyordu. Ne var ki arkadan Rus savaşı ve onu izleyen istibdat dönemi geldi ve modern bilim ve özgürlük tartışmaları ancak II. Meşrutiyet yıllarında yapılabildiler.
Gerçekten de 1908’de “Hürriyet’in İlanı”nı izleyen yıllarda modern üniversitelere temel teşkil edecek tüm düşünceler Türkiye’de de gündeme geldiler. Skolastik düşünce, mektep-medrese uyumsuzluğu, üniversite özerkliği başlıca tartışma konularıydı. Ziya Gökalp, “Darülfünun emirlerle düzelmez; onu yapar ancak serbest bir ilim; bir mesleğe haricinden fer gelmez; bırakınız ilmi yapsın muallim!..” dizeleriyle adeta bu konuda izlenecek yolu gösterir gibiydi. Ne var ki, kendisinin de katkıda bulunduğu pantürkist akım, militarist eğilimler ve darbeci politika bunun için gerekli özgürlük ortamını yok etti ve sonuç da felaket oldu.
•••
Türkiye’de modern üniversite reformu, 1933 yılında “Darülfünun”u ortadan kaldıran reformist bir kanunla kuruldu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, 2252 sayılı kanunu, reformun da ötesinde bir devrim kanunu olarak sunuyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünun’u ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır”. Ne var ki arkasında özgür bir araştırma geleneği bulunmayan “Darülfünun”un bir kanunla “modern (burjuva) üniversitesi”ne dönüşmesi de beklenemezdi. Bu boşluğu Nazi zulmünden kaçan ünlü Alman profesörler de dolduramazdı. Yine de 1933 Reformu bu yönde radikal bir adım oldu. Temeller atılmıştı.
•••
Türkiye çok partili rejime “soğuk savaş” koşulları içinde girdi. Sovyet tehdidi bağlamında ülkeyi saran anti-komünist histeri üniversiteyi de kuşatmış ve Ankara Üniversitesi’nin en değerli elemanları (Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif) Fakülte’lerinden uzaklaştırılmıştı. Bu dönemde CHP ve DP anti-komünizm konusunda bir birbirleriyle savaşıyor, güçlü bir komünist hareketin olmadığı ülkede “hayali komünistler” yaratıyorlardı. “Rus salatası”nın adının “Amerikan salatası” olarak değiştirildiği günlerde yaşıyorduk.
•••
Demokrat Parti, iktidara geldikten, özellikle de 1954 seçimlerinde baş döndürücü bir zafer kazandıktan sonra giderek hırçınlaştı ve hiçbir muhalefete tahammül edemez hale geldi. Menderes’in bu mutlak otorite tutkusundan tabii ki üniversite de nasibini aldı. 1956 yılında S.B.Fakültesi Dekanı Turhan Feyzioğlu öğrencilerine –Demirci Efe’ye gönderme yaparak- “bir ülke ya ilimle ya da zulümle idare edilir” dediği için vekâlet emrine alınıyor, izleyen yıllarda baskılar daha da artıyordu. Menderes artık Mülkiye’yi Konya’ya sürmekten, “Üniversite’nin çanına ot tıkamaktan” söz etmeye başlamıştı. O tarihte ülkede sadece üç üniversite vardı ve sesi çıkan da sadece Ankara Üniversitesi idi. Gerginliğin artmasının ve 27 Mayıs darbesinin önemli nedenlerinden biri de bu oldu. 27 Mayıs’la birlikte ülkede “darbeler dönemi” başlıyordu.
•••
1946 yılında çok partili hayata geçilmesinden bugüne kadar Türkiye’de (başarısız girişimler sayılmazsa) dört darbe yaşadık. Bunlardan sadece ikisi (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri) Parlamento’nun feshi, Anayasa’nın ilgası ve yeni bir Anayasa yapılması gibi uygulamalara gitti. Oysa bu iki darbe toplum tasavvurları, sınıfsal dayanakları ve uygulanış şekilleri itibariyle adeta birbirinin zıddı idiler. 27 Mayıs darbesi, ordunun hiyerarşik düzeni dışında, küçük bir subay gurubu tarafından gerçekleştirilmişti. Orta sınıf kökenli bu askerler, toplumda derin ideolojik bölünmelerin olmadığı bir dönemde, iktidarı DP’den alıp CHP’ye devreden darbeciler olarak tarihe geçmemek için kurumsal reformlar yapmağa kalkıştılar. Üniversite ile sıkı bir işbirliği içindeydiler ve yeni anayasa yapımını da bir kısmı daha sonra “sol Kemalist”, “küçük burjuva radikalleri” gibi sıfatlarla yaftalanacak olan hukukçu ve siyaset bilimcilere tevdi ettiler. Üniversite özerkliğini, Anayasa’ya sokan, işçilere özgür sendika ve grev hakkı tanıyan, Anayasa Mahkemesini kuran ve TRT’yi özerk bir kurum haline getirenler bunlardı. Ne var ki “radikal reformlar” uğruna üniversiteden sorgusuz sualsiz 147 öğretim üyesini atanlar da yine bunlar oldular. Askerlerin bu “reform”u Milli Birlik Komitesi’ne değil de, işbirliği yaptıkları bazı öğretim üyelerine mal etmeleri inandırıcı olmadı ve bu da “Ara rejim”in kısa sürede bitmesini sağladı.
1980 darbesi ise büyük burjuvaziye dayandı ve daha çok da 1961 Anayasası’nın sağladığı hak ve özgürlükleri genişletmeye çalışan devrimci gruplara karşı yapıldı. 1971 darbesi bir “prova” işlevi görmüş, 1961 Anayasasını yapanlardan bir kısmı ağır suçlar isnadıyla yargılanmış, hatta bazıları da mahkûm olmuştu. Bu arada hiyerarşi dışı girişimleri önlemek için TSK da “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı altında gayrı-resmi bir “Vesayet Makamı” haline gelmişti. Hedefte üç düşman vardı: “Komünistler”, “Kürtçüler”, “mürteciler”. Ve askerler bunlara karşı egemen sınıflar ve resmi partilerle tam bir dayanışma içindeydiler. Aslında üç kategori de at iziyle it izinin birbirine karıştığı çok geniş tanımlar içinde hedef gösteriliyordu. Böylece ülke yönetimine “ilim”in değil “zulüm”ün egemen olduğu bu yıllarda elbette ki “üniversite” de “üniversite” olmaktan çıktı ve vahşi yöntemlerle bütün “zararlı” unsurlardan temizlenerek YÖK’ün vesayetine terk edildi.
•••
Bütün zulümler “Kemalizm” adına yapıldığı için, bu arada en çok itibar kaybına uğrayan doktrin de Kemalizm olmuştu. Böylece bir neslin haksızlığa ve zulme uğrayan çocuklarından bir kısmı, o konuda yazılmış onlarca kitabı ellerinin tersiyle iterek, Kenan Evren “Kemalizm”ini “Gerçek Kemalizm” olarak bellediler ve “ileri demokrasi” adına AKP’nin ve Erdoğan’ın peşine takılmakta bir sakınca görmediler. Oysa asıl yapılması gereken -ve gerçek devrimcilerin yaptığı- Kemalist hareketin devrimci kazanımlarını benimsemek ve günümüz koşulları içinde onu eleştiri süzgecinden geçirerek aşmanın kavgasını vermekti. Bunun yerine, “ileri demokrasi” sanrısı ile sırtını kârından başka bir şey düşünmeyen, ilkesiz bir burjuvaziye dayayanlar, bugün büyük bir düş kırıklığı içinde yaşıyorlar. Oysa takke çoktan düşmüş, kel görünmüş ve AKP iktidarı “Kemalizm”in çok gerisinde bir programı adım adım uygulamaya başlamıştı. Abdülhamid rejiminin açıkça övülerek örnek gösterildiği ve üniversitelerin de bu anlayışla muamele gördüğü günlerde yaşıyoruz. Varılan nokta budur. Geçen yıl İmam Hatiplilere hitap ederken, “Açık konuşuyorum”; diyordu Erdoğan; “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur (...) İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık birikimine henüz yetişemediği de ortadadır”. İşte bugünkü iktidarın “üniversite” anlayışı budur ve iktidarı güçlendikçe bunu uygulamakta da hiçbir çekince de göstermeyecektir.
Yine de kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur. Bugün haksız ve vicdansız bir şekilde üniversiteden uzaklaştırılan değerli akademisyenler çok geçmeden onurlu bir şekilde yuvalarına döneceklerdir.
BirGün / 19.02.17