İstanbul’a anadilini öğrenmeye geldiğinde 15 yaşındaydı. Yıl 1953’tü. Zar zor öğrendi dilini. Yıllar sonra memleketine döndü, Hançepek’e diğer adıyla Gâvur Mahallesi’ne. Orada bir okulda anadilinde öğretmenlik yapmak istiyordu, olmadı. Kısmet İstanbul’aydı...
Sur’u Toledo yapacağız zihniyetinin kamulaştırma adı altında el koyduğu ilçenin en eski sakinlerinden Mıgırdiç Margosyan, canının nasıl yandığını anlatıyordu: “Orada bir Gâvur Mahallesi var ve bu mahalle de benim ev sahibi olduğumun kanıtıdır. Her ne kadar gâvuru gitmiş sadece mahallenin ismi kalmış olsa da...”
İşte o mahalledeki Surp Giragos Ermeni Kilisesi de kamulaştırılmıştı! Kilisenin hikâyesini anlatıyordu usta yazar, kendi anılarıyla birlikte:
“O kiliseyi 60’lı yıllarda Sümerbank depo olarak kullanıyordu. Demokrat Parti zamanında dediler ki ‘Gavur Mahallesi’nden bize oy verin, biz size kiliseyi geri vereceğiz’. Gâvur Mahallesi’nde yaşayan evlerden 500 oy DP’ye çıktı ve bizim kilisemizi bize iade ettiler. Biz de kiliseyi onardık. Nasıl onarıldı? İşte kalaycı bir şeyini, marangoz başka bir şeyini, demirci bir şeyini yaptı.
70’li yıllara kadar gitti...” 70’li yıllarda Kıbrıs olayları patlak verince Ermeniler Hançepek’ten göç ettiler. Kilise bakımsız kaldı. Tavanı çöktü. Margosyan’ın içi el vermedi bu duruma. 2000’li yılların başında nasıl onarırızın derdine düştü. Belediye yardım sözü verdi ama yeterli değildi. Kalktı iki kez Amerika’ya gitti. Diyarbakır’dan göç eden Ermenileri buldu. “Gelin yardımcı olun” dedi. Aldığı yanıt daha çok, “Tamam biz para verelim, kiliseyi yapalım ee sonra kim gidip dua edecek orada? Ermeni mi kaldı?” oldu. Yılmadı Margosyan, anlatmaya çalıştı:
“Bu bir kilise, cami, han, hamam olabilir hiç fark etmez. Ben hiç kiliseye de yakın bir insan değilim ama bu bir tarihi kalıntı, bunu onaralım.”
Sonuçta birilerini ikna etti ve kilise güzelce onarıldı. 2011’de ibadete açıldı. 2012’de ise bir zamanlar Dört Ayaklı Minare’den yüksek olduğu için yıkılan kuleye çan büyük bir ayinle takıldı.
Dünyanın birçok yerine dağılan Diyarbakırlı Ermeniler kiliseye gelmeye başladı. Eski yaşam yeniden canlandı; çörekler, kırmızı yumurtalar, yumurta yarışları...
İşte o hayat bugün yeniden ellerinden alınıyor Ermenilerin.
Margosyan, “Bu nasıl bir talihtir, bu nasıl bir fıtrattır ki hiç bizim alnımızdan silinmedi” diye isyan ediyor.
Ama bu kez buna izin vermeyeceklerini Kürtlerin bir sözüyle anlatıyor: “Êzingê min, êzingê min (Benim odunum, benim odunum). O inat sonunda insanları bir yere getiriyor. Ben inanıyorum ki o inatla, o kilise de onarılacak veya verilmeyecek ve Diyarbakır’daki bütün sıkıntılar da giderilecek. Biz yine yan yana geleceğiz ve neşeli sohbetler edeceğiz.”
Hikâye bu ya... Kürt’ün odununu almışlar. Kürt şikâyetçi olmuş. Götürmüş aldıkları kadar odun vermişler. Olmaz, demiş. Biraz daha fazla odun vermişler, Kürt yine olmaz demiş. Peki, ne istiyorsun diye sormuşlar, ille de benim odunum, benim odunum demiş. İşte o günden beri de Kürtlerin inadını anlatmak için kullanılır bu söz Diyarbakır’da...
Margosyan’ın dediği gibi üç ayı aşkındır süren sokağa çıkma yasağı sırasında harabeye dönen kilise yeniden kurtarılır mı bilemem ama Sur’u yeniden imar edecek anlayışın planlarını duyunca Sur duvarlarını nasıl kurtarırız diye düşünmek lazım. UNESCO’nun koruma listesindeki Sur duvarlarının üstüne prefabrike emniyet kuleleri yapmayı bile düşünmüşler...
Cumhuriyet / 31.03.16