Bundan tam 9 yıl önce, 2008’de, Konya Taşkent’teki Süleymancılara ait bir yurtta, LPG tankından sızan gaz, sabah namazına kalkan bir öğrencinin elektrik düğmesine basmasıyla birlikte korkunç bir patlamaya sebep oldu. Yıkılan binada 1 görevli, 17 öğrenci öldü, 29 öğrenci yaralandı. Taşkent davası 8 yıldır devam ediyor ve bir tane bile, evet bir tane bile tutuklu sanık yok. Yurt müdürü, yurdun bağlı olduğu dernek yöneticileri ve temsilcileri olayın hemen ardından tutuklansalar da, çok kısa bir süre içeride kaldıktan sonra salınıverdiler. Toplam 11 sanık halen tutuksuz olarak yargılanıyor, yakın zamanda davanın düşürülmesi ve meselenin üzerinin ufak tefek cezalarla kapatılması ise şaşırtıcı olmayacak.
Daha geçen seneydi, öğretmen Muharrem Büyüktürk, Ensar Vakfı ve KAİMDER evlerinde kalan 45 erkek öğrenciye cinsel istismarda bulunmaktan tam 508 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İstismar yıllarca sürmüştü, vakıf ve dernek yöneticilerinin bundan haberdar olmaması imkânsızdı, olayın üzeri aleni bir şekilde örtülmek istenmişti, yani ortada kolektif bir sorumluluk ve kolektif bir suç vardı ama mesele bireyselmiş gibi takdim edildi. Alelacele yapılan bir yargılama ve tek bir kişiye verilen cezayla dosya kapatıldı. Dahası vakıf ve dernek, davaya “mağdur” sıfatıyla müşteki olma yüzsüzlüğünü gösterdi, zaten sonrasında kendilerine dokunan da olmadı, bilakis el üstünde tutuldular, devletin tepesindekiler dernek etkinliklerinde kürsüden uzun uzun konuşmalar yaptılar.
Dün Adana Aladağ davasının ilk duruşması görüldü. Aladağ’daki yurt da Süleymancılara aitti, o yurtta da geçen yılki yangında 11’i çocuk 12 kişi hayatını kaybetti. Yangın çıkma olasılığına karşı hiçbir önlem alınmamıştı, elektrik tesisatı eskiydi, yangın merdiveni kilitliydi, kaymakamlık görevlileri daha öncesinde denetim yapmış ama tüm bunlara rağmen olumlu bir rapor düzenlemişlerdi.
Ortada 12 ölüm olmasına rağmen, sanıklar hakkında istenen cezalar 2 ila 15 yıl arasında sadece. Dahası tıpkı diğer iki olayda olduğu gibi kolektif sorumluluğun ve suçun üzeri örtülmeye çalışılıyor. Süleymancılar hakkında yürütülen herhangi bir soruşturma, kovuşturma olmadığı gibi, tarikata bağlı binlerce dershane, okul ve yurt faaliyetlerini devam ettiriyor, yüz binlerce çocuk buralarda tutuluyor, yüz binlerce çocuk her anlamda diri diri gömülmeyi bekliyor.
Bu üç hadise de bize yoksullukla dinselleşme arasındaki bağlantıyı gösteriyor. Yönetmek için yoksullara, yoksulları yönetmek için ise dine ihtiyaçları var. Cehaletin ve yoksulluğun üzerinde yükselen bir iktidar karşımızdaki ve yoksullara bu dünyada kırıntıdan başka bir şey vaat edemediği için ancak öbür dünyayı vaat edebiliyor. Çocuklarınız sefil yurt binalarında ölebilir, siz yerin yedi kat dibinde ya da bir inşaat iskelesinden düşerek ölebilirsiniz, iş güvenliği, sigorta, denetim, ceza, bunlar önemsizdir, biz sizlerden şehit yaratmayı iyi biliriz, kalanlarınız ise “Allah devlete millete zeval vermesin” diyerek kendilerinin ne zaman ve ne uğruna zeval olacağını bilmeden boyun eğerek üç kuruşa çalışmaya devam ederler.
Türkiye’de sosyal devletten geriye kalanlar da ortadan kaldırıldıkça, eğitim ve sağlık piyasanın insafına terk edildikçe, yurtlar, dershaneler, okullar tarikatların at koşturduğu alanlar oldukça, çalışma yaşamı bütünüyle taşeronlaşma üzerine oturtuldukça, sermayeye yük olmamak adına iş güvenliği tedbirlerinin alınmamasına göz yumuldukça, denetimsizlik ve denetleyip üzerini örtme kural olmaya devam ettikçe, kayıt dışılık teşvik edildikçe, yani şarkıdaki “Her şey sermaye için sevgilim” yasası geçerli oldukça, elbette ki çocuklar da anneler de babalar da birer birer, onar onar ölecekler.
Tam da bu nedenle, yani piyasanın, sermayenin, sömürünün hükmü devam ettikçe, yoksullar ölebilir olmaya, yoksulların ölümleri önemsenmeyebilir olmaya devam edecek, yoksullar öldükçe minare sayısı, kubbe sayısı, Kuran kursu sayısı, imam-hatip sayısı katlanarak artacak, geride kalanlara tevekkül, daha çok tevekkül vaaz edilecek.
Bugün Gezi’nin dördüncü yıldönümü ve bugün artık iki Türkiye var: Ensarcıların, Süleymancıların, Fethullahçıların Türkiye’si ve bir de Gezi Türkiye’si. Yani iki farklı dünya görüşü, iki farklı hayat tahayyülü, iki farklı dünya ve iki farklı hayat var. Birisi kanlı, canlı, somut bir şekilde karşımızda dururken, diğeri şimdilik bir fikir, bir tasarım, ete kemiğe büründürülmeyi bekleyen ve gerçeğin hemen kıyısında konumlanan bir düş.
Ve bu düş, çocukların ömürlerini çalanlara, onları diri diri gömenlere karşı gerçek kılınmayı bekliyor. Bunun için ise laikliği savunmak; laikliği, yaşam tarzının da ötesine geçerek, sömürüyle, yoksullukla, sermaye düzeniyle ilişkilendirerek savunmak gerekiyor. Kıdem tazminatının gaspından Taşkent’e, mezarda emeklilikten Aladağ’a uzanan bir yol var. İşte bu nedenle laiklik en çok yoksula lazım, işte bu nedenle o yolu açacağız, o yolu görünür kılacağız, en çok da çocuklar için ve en çok da çocuklar ölmesin diye.
BirGün / 31.05.17