Son birkaç haftadır Kürt illerindeki okullardan geçen resimlerin içimde bıraktığı sızının tarifi gerçekten imkânsız. Belki de nedeni, bu görüntülerin beni anmayı sevmediğim, güzel anılarla hatırlamadığım çocukluğum ve okul dönemlerime götürmüş olması.
Bir görüntüde alnına ay yıldız çizilmiş, eline bayrak tutuşturulmuş küçük Kürt çocuklar var. Siirt Kurtalan'ın Kayabağlar köyü ilkokulunda, öğretmenler çocukların alınlarına ay yıldız çizerek, ellerine bayrak verip evlerine bu şekilde göndermişler. Bismil’de bir okulda ise bu sefer, akıllı tahtaya yansıttığı Türk bayrağı önünde bozkurt işareti pozu veren öğretmen var. Bu öğretmen Kürt çocuklara eğitim veriyor. Bir başka resim ise Şırnak’tan. Tahtaya 3 şey yazılmış. İlki “Kürtçe konuşmayacağım”, ikincisi “ders içinde konuşmayacağım”, üçüncüsü “sınıfta kavga etmeyeceğim”. Yani en önemlisi sınıfta Kürtçe konuşmamak. Bu kavga etmemekten çok daha önemli öğretmenin gözünde.
Bu uygulamaların etkisi Kürt çocuklar üzerinde travmatik oluyor. Okulda verilen Kürtçe kötüdür algısı yıllarca peşinizi bırakmıyor. Kürtçe ve Kürtlüğe dair birçok şeyden utanma ve korkuyu getiriyor. Kürtçeden utanmak ve korkmak benim de çocukluğuma ilişkin en canlı anılarımı oluşturuyor. Aynı ev içinde birbirini anlamayan insanlar oluşuyor. Birbirini anlamayan nene-torunlar, dayı-yeğenler, hatta anne-çocuklardan bahsediyorum. Düşünün ki bir çocuk anasına derdini anlatamıyor! Sadece “dilsiz” değil, bir anlamda “kimsesiz” de kalıyorsunuz.
Bu “dilsizlik” nasıl bir şey anlamanız için 2014 yılında DİSA yayınlarından çıkan, Handan Çağlayan’ın yazdığı Aynı Evde Ayrı Diller kitabını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Kitap, Kürtçenin kuşaklararası nasıl aktarıldığına daha çok da aktarılamadığına ve bunun kır/kent, toplumsal cinsiyet, göç ve sınıfsal konumlar açısından nedenlerini inceliyor. Çağlayan bu incelemeyi yaparken halen çok dilliliğini devam ettiren yaşayan bir mekân olarak Diyarbakır’a kitapta özel bir yer veriyor. Dolmuşta, pazarda, çarşıda şehrin seslerine kulak kabartıyor. Kitapta yapılan görüşmelerden Kürt çocuklarda Kürtçenin “kötü” olduğu algısının halen devam ettiğini görüyoruz. Birbirleri ile doğru düzgün konuşamayan, birbirini anlamayan anne-çocuklar, nene-torunlar; dilden dolayı çocuk-anne iletişimi olmadığı için okuldan gelen çocukların nasıl odaya kapandığı, anne ve çocuk ilişkisinin nasıl kurulamadığını kitap gözler önüne seriyor.
Bu uygulamaları yapanlar muhtemelen Kürt çocukları nasıl güzel asimile ediyoruz diye düşünüyorlar. Bu süreçten bizzat geçmiş, dilini öğrenememiş, kendi çabasıyla yıllar sonra ders ala ala öğrenmeye başlamış bir Kürt olarak söyleyeyim: Evet, belki Türkçeyi dilimiz yapabilirsiniz, ama bir ömür boyu geçmeyecek bir travma yaratıyorsunuz. Zamanla size ne yapıldığını anlıyorsunuz. Sonra bu travma bunu yapanlara karşı büyük bir öfkeye dönüşüyor. Türklükle ilgili her şeye karşı büyük bir mesafe almaya başlıyor insan. Kürtlüğünüze, dilinize daha çok sahip çıkmaya çalışıyorsunuz, bir daha hiçbir çocuk bu deneyimi yaşamasın istiyorsunuz.
Bu çocuklar da büyük bir travma ile dillerinden, ailelerinden, sevdiklerinden kopacaklar. Ama onlara ne yapıldığını anlayacak yaşa geldiklerinde, size karşı korkunç bir öfke geliştirecekler ve olur da bu öfke ile dağa çıkmamışlarsa eğer, dilleri ve kimlikleri için mücadele edecekler.
Nerden mi biliyorum. Üzerinden 30 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, benim öfkem hala geçmedi.
T24 / 15.11.17