Haklılıkta referans “fethin hediyesi” ve “kılıç hakkı” çizgisine kayacaksa, evvela haktan ve insaftan yana müminlerin soracağı en baştaki soruya dönülmeli: “Gasp edilmiş ev Allah’ın evi olabilir mi?”
Ama sorulmayacaktır. Bunu sormaya cesaret edenler bırakın dindarları Atatürkçü çevrelerde bile itibar görmeyecektir, görmüyor da. Her şey cumhuriyetin kurucu unsurlarıyla açık bir hesaplaşma içinde dönmesine rağmen.
Ayasofya’nın ibadete açılması, 50’ler ve 60’lardan bu yana palazlanarak bugünlere gelen ülkücülük ve İslamcılık davasının rüyalarından biriydi. Erdoğan ve yol arkadaşları da Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini “İslam’a ihanet” ve “Müslümanlara zulüm” olarak gören bir söylem dairesinden geliyor. Ayasofya’nın matemini bitirip tarihe “İkinci Fatih” olarak geçmek saftan safa müjdelenen bir şeydi.
Komünizmle Mücadele Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, her nevi İslamcı, muhafazakâr ve mukaddesatçı cemaat ve örgüt, Milli Görüş (MSP, Refah, Fazilet) ve AKP ile vücut bulmuş siyasal İslamcı silsile onlarca yıldır Ayasofya’yı sohbet, söyleşi, vaaz ve mitinglerinde kullanıyor. Devinimli bir hesaplaşma arzusu. Haliyle kararda intikamcı bir arka plan mevcut. İlk namazın 24 Temmuz’da, Lozan’ın yıl dönümüne kılınacak olması da hesaplaşmadaki bir diğer sembolizm.
Kararın geniş kitlelerdeki karşılığını ölçmek zor ama belli kesimlerde Erdoğan’ı epeyce alkışlanacağı bir yere taşıyor. Tabii CHP’nin durumu kabullenmesi, Erdoğan’ın Kemalistleri döve döve zaferin tadını çıkarma hevesini kırabilir. Neyse CHP’deki beyin ölümünü yazmak da bana vazife değil. “Erdoğan’ın eline koz vermeme” hassasiyeti muhalefetin kendi kendini mahkûm ettiği bir siyasetsizlik tuzağı.
Ayasofya mücadelesinin arka planı bir kenara, ‘Fetih’ bir metafor olarak emperyalin inşasında dinsel meşruiyetin kisvesiyken bunun asırlar sonra tekrarlanan bir söylem ve pratiğe dönüştürülmesinde güncel-siyasal saikler de çok önemli. Rejim değişikliği ile Erdoğan’ın kendi iktidarını daim kılma çabası her şeye rağmen içeride ve dışarıda aradığı itibar ve meşruiyeti bulamadı. Bunun yol açtığı öfke nöbetleri ve savrulmalar eksik olmuyor. Yeni rejimin oturması için geçmişi bir yakıta dönüştürme ihtiyacı da devam ediyor.
Atfedilen sıfat büyük ama Erdoğan bu adımı gücünün doygunluk noktasında atmaktan imtina etti. Kendini emin hissettiği zamanlarda taleplere, “Bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” diyerek mesafe koydu. Rövanş, ekonominin tıkandığı, kasanın boşaldığı, dış ilişkilerde tehdit ve şantajın ana enstrümanlara dönüşüp tecridin büyüdüğü, yeni partilerle AKP zemininin çatırdadığı ve gayrimemnun seçmenlerin bekleme odasına geçtiği bir zamanda geliyor. Bunun içeriye ve dışarıya dönük bir güç gösterisi olarak algılanması ‘güç devşirme’ ihtiyacını örtmüyor.
Doğrusu gelgitlerin yaşandığı alacakaranlık dönemde Ayasofya’nın en sona saklanan bir koz olduğunu düşünüyordum. Erdoğan’a Ayasofya’yı açmanın bir tezgâh olduğunu düşündüren koşullar ile 10 Temmuz kararını imzalatan koşullar arasında kışkırtıcı bir sapma var. Ayasofya Erdoğan’ın gençlik düşü olmakla birlikte Batı ile ilişkilerinde dikkate aldığı bir faktördü. Erdoğan bu hassasiyetini, “Hıristiyan dünyadaki camiler kapatılırsa” korkusuyla dışa vurmuştu. Elbette bu türden Ortaçağ’a dönüş çağrısının karşılık bulmayacağını kendisi de biliyordur. Fakat son dönemlerde Erdoğan’ın zihninde bir kırılma noktası olmalı. Yunanistan’la nükseden düşmanlığın yanı sıra AB pandemi önlemleri çerçevesinde 15 ülkeye seyahat kısıtlamasını kaldırırken Türkiye’yi listeye almadı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu Berlin’e gönderdi, nafile. Erdoğan’a anlayışlı Şansölye Merkel ümit vermedi. Döviz darboğazında turist beklerken büyük bir hayal kırıklığı. İçeride sıkışmışlık, Batı ile kopuş ve altın vuruş olarak Ayasofya. Bölünmüş Avrupa’nın çaresizliğini fırsat bilen bir adım.
Yıllardır İslamofobi tehlikesini Batılı liderlerle temaslarında ve kürsülerde ana temaya dönüştürmüş bir lider bir süredir söylem ve eylemleriyle İslam karşıtlığının beslenme kaynağı haline gelmiş durumda.
Ayasofya belki devletten devlete ilişkilerde gözle görülür bir yüke dönüşmeyebilir ama yatay ilişkilerde ve dinler arası husumette bozucu bir faktör olacaktır. Ortodoksların kalbine düşen sızı Yunanistan ve Rusya’dan gelen tepkilerde net anlaşılıyor. Kararı “Tüm dünyadaki Ortodokslara vurulan bir darbe” olarak niteleyen Moskova Patrikhanesi, Katolikler için Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası ne ifade ediyorsa Ortodoks dünya için de Ayasofya’nın o kadar önemli bir sembol olduğunu hatırlatıyor. Ortodokslar bir yana Katoliklerin ruhani lideri Papa Francis’in, “Ayasofya’yı düşünüyorum ve büyük acı duyuyorum” sözlerinin çok farklı katmanlarda karşılığı olacaktır. 350 kilisenin bağlı olduğu Cenevre merkezli Dünya Kiliseler Konseyi karardan dönülmesi çağrısı yaptı. Erdoğan siyasi hayatını her zaman pazarlıklara açık bir pozisyonla geçirse de bu saatten sonra kuvvetle muhtemel bu çağrıya karşılık vermeyecektir. Ülkelerin iç işlerine karışmama prensiyle bilinen Rusya’yı da ‘egemenlik hakkı’ diyerek tepkisiz bırakabilirler.
Fakat dünyanın tepkisi bir kenara bu gidişatın Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren tarafları var. Şimdi herkesin kafasındaki soru; İslamcı-muhafazakâr-milliyetçi tabanı konsolide etmek için geriye ne kaldı? İstanbul Sözleşmesi ile başlayıp Medeni Kanun’da değişikliğe gitmeleri mi? Zaten “Bunu oldu bilin” der gibiler.
Erdoğan’ın kendini sembolik bir formülle de olsa halife ilan etmesi mi? “Ramazan’da hatim indiren cumhurbaşkanı” imajını şimdi “Ayasofya’da Cuma kıldıran ilk cumhurbaşkanı” temennisi izliyor. Bu deklare edilmemiş bir halifelik iddiasının peyderpey inşası değil mi zaten?
Ya da Mısır’da olduğu gibi anayasaya “Kanunlar şeriata muğayir olamaz” maddesini ilave ettirmek mi?
“Artık bu kadarı da olmaz” diyenlerin yanılgı üstüne yanılgı yaşadığı bir zamandayız.
Erdoğan’ın 2019’da dediği gibi İstanbulluların ilave bir camiye ihtiyacı yoktu ama Türkiye’nin tarihle, medeniyetle, öteki dünyayla ve kendi içinde ötekileştirdikleriyle sağlıklı ilişkiler kurması bakımından Ayasofya’yı insanlığın ortak değeri olarak korumaya ihtiyacı vardı. Tarihi husumetleri siyasete sermaye yapan ve kitleleri ikna etmekte zorlanmayan bir hükümdarlık tarzı, halihazırda pek çok çeşitliliğini soykırımdan geçirmiş bu topraklarda hâlâ çoğunluğun her koşulda eziciliğini esas alıyor. Muhalefet de bu zehirlenmenin bir milim dışında değil.
Ayasofya adımı Türkiye’nin çok dinli, çok kültürlü, çok kimlikli ülke kimliğini koruduğu aldatmacasını da hepten sürdürülemez kılmıştır. Artık yalanların da hükmü bittiğine göre sırada olan nedir? Başka bir mağduriyet konusu kaldı mı?
Bunları yazarken beynimde çınlayan ama İslamcılığın anlam dünyasında boşluğa düşen kelimeler ardı sıra geçiyor. Ülkenin gerçek gündemine dair kelimeler:
Yolsuzluk, talan, israf, yalan, iftira, katliam, işkence, gaddarlık, haksızlık, hukuksuzluk, düzenbazlık, adaletsizlik, yoksulluk, işsizlik, çaresizlik, intiharlar, kadın cinayetleri, iş cinayetleri, doğaya düşmanlık, insanlığa düşmanlık, İslam’la ilişkilendiremediğim tarih ve medeniyete düşmanlık…
Bunları zerre kadar dert edinmeyen duacının mescidi Ayasofya olsa ne yazar!
Gazete Duvar / 13.07.20