Türkiye, 2001 krizi sonrasındaki reformlara ve siyasal istikrara dayanan kendi parlama hikâyesini bugünlerde tanık olduğumuz siyasal skandallar ve krizle hızla karartıyor. Hem de öyle bir konjonktürde ki; küresel ekonomik çevre koşullarının rota değişimine girdiği görece olumsuz bir dönemin başında hem de.
Bizim gibi gelişen ülkelerin küresel likiditeden eskisi gibi yarar sağlayamayacağı bir konjonktüre girilen bir dönemde, Türkiye’nin orta vadede makul bir büyüme oranı tutturabilmesinin belki de tek bir oyun planı vardı; doğrudan yatırım ortamının iyileştirilerek parlatılması, buna dayanan bir yeni hikâye yazılması idi.
Ancak ne yazık ki; 17 Aralık’ta patlayan yolsuzluk ve rüşvet skandalının örtbas edilme çabası, yargının yürütmenin baskısı altına girip felç edilmesi, ardından ortalığa dökülen ses kayıtlarından yolsuzluktan daha fazlasının yani ‘kleptokrasinin’ varlığına dair emarelerin, hukuk dışı icraatların, medya ve ifade özgürlüğünü bastırma çabalarının ortaya çıkması böyle bir yeni hikâyeyi olanaksız kılıyor.
Normal bir ülkede, ses kayıtlarından ortalığa dökülen konular yasa dışı elde edilmiş olsa dahi kamu çıkarı açısından yayınlanması AİHM kararıyla ifade özgürlüğünün bir parçası sayılıyor. Dolayısıyla ortaya dökülen kayıtlarda geçen konuların doğru olup olmadığı araştırılıp soruşturulur. Bu kayıtların içeriği gerçekse de kötü, soruşturulmaması da kötü. Böyle bir ülkede, kısa vadede yeni bir hikâyenin yazılması da zor.
Kurumlara olan güven son 10 yılın en düşük seviyesine gerilemiş durumda iken, hane halkının (tüketicilerin) ekonomik kararlar için güveninin en düşük noktaya gelmesi de bu hikâyeyi zorlaştırıyor. ABD’de tahvil alım programının azaltılmasını geçtik, faizlerin artırılması konuşulmaya başlanmışken; Cuma günü gelen istihdam ve işsizlik verileri, önümüzdeki altı ay içinde faiz artışı hemen olmasa da mali piyasaların bunu fiyatlamaya başlayacaklarını ve buna uygun yatırım kararları alacaklarını söylüyor.
Türkiye’deki siyasal kriz olmasaydı da, ABD’de faizlerin artmaya başlaması ile ya da buna dair tahminler yaygınlaşmaya başladıkça şunla karşılaşacaktık; yüzde 2’yi geçmeyen bir ekonomik büyüme. Ama bu tanık olduğumuz siyasal kriz, tüketici güvenini daha da kötüleştirecek. Bu da daha düşük bir ekonomik büyümeye, hatta ekonomik daralmaya itebilecek bizi.
Türkiye, son 10 yılda hiç de geçmediği bir yerden geçiyor. Son 10 yılda küresel konjonktür değişimine, Anayasal güçler ayrılığının askıya alındığı derin bir siyasal kriz eşlik ediyor. Uzun vadeli yatırımları çekecek yeni bir hikâye yazamadığı gibi, bu krizin çalkantısı içinde kısa vadeli sermayeyi bile uzak tutacak cinsten bir süreç yaşanıyor.
Yerel seçimden çıkacak sonuç ne olursa olsun, erken genel seçim kararı alınmadıkça konjonktür ve siyasal krizden oluşan ikili olumsuzluğun etkilerinin en az 2015 Temmuz’una kadar süreceği anlaşılıyor. Türkiye hızla ekonomik durgunluğa doğru da sürükleniyor.
Unutmamalı ki; sandıktan çıkacak sonuçla sonlanacak bir krizle karşı karşıya değiliz. Anayasal sistemin kurumları çalışmıyor, kuralları işletilmiyor. Bunun ekonomik kanallardaki etkisi, büyük bir belirsizlik demek. Şirketler kesiminde potansiyel sorunların gerçekliğe dönüşmesi demek. Bu konuda, geçtiğimiz hafta içinde şirketler kesiminin borç geri ödeme kapasitesi üzerine endişeler dile getiren raporlar da ortaya çıkmaya başladı bile.
FED’in çıkış sinyali verdiği 2013 Mayıs ayından itibaren, ‘kırılganlık’ tescili yapılan Türkiye’nin, şimdi hikâyesi hızla kararmaya başladı. Siyasal skandal ve krizin tam göbeğinde hükümetin olması nedeniyle, orada bunun ekonomiye yansımalarını ciddiye alacak bir ortak aklın da kalmadığı çok açık görünüyor. Sonuçları hanelere, şirketlere, tüm ekonomik birimlere hızla yansıyacak. Bedeli hep beraber ödeyeceğiz.
Radikal / 10.03.14