Vurguladığım eksiklik, yani Yeni Ekonomi Programı hedeflerinin “IMF-türü bir denetimden yoksunluğu”, aynı tarihte (28 Eylül’de) telâfi edildi: Berat Albayrak, YEP’in denetimi için bir ABD şirketi ile anlaşma yapıldığını açıkladı.
Sonraki eleştiriler, “YEP denetiminin niçin bir yabancı, özellikle ABD şirketine verildiği” sorusu üzerine odaklandı.
Bu sorgulama haklıdır; ama, çok daha önemli bir dizi soruyu izlemek koşuluyla… O soruları sıralayayım:
- YEP hedefleri, IMF’nin Türkiye Raporu’ndan mı alınmıştır?
- Programın toplumsal maliyeti nedir? Kim yüklenecektir?
- YEP ne vermekte; ne istemektedir?
- Denetleme nasıl yapılacaktır?
- Ne tür bir ekonomik teslimiyet söz konusudur?
YEP hedefleri IMF’den alınmıştır
YEP’in hedefleri IMF’nin Nisan 2018 tarihli (18/110 sayılı) Türkiye Raporu’ndan alınmıştır; bu nedenle ona bir “IMF Programı” demeliyiz.
İki belge yan yana koyulunca, bu tespit kolaylıkla ortaya çıkıyor. Geçen hafta alıntılarla, ayrıntılı olarak karşılaştırmıştım. Örneğin IMF, kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7 oranında daralma önermekte; YEP bu öneriyi (aynen) ana hedeflerden biri olarak benimsemektedir.
IMF’nin “yapısal uyum” teranesi, Program’da işgücü piyasasında esnekleşme önceliği biçiminde vurgulanıyor. Bu vurgulamayı, hem IMF belgesinde, hem de YEP’te aynı önlemler izleyecektir: Gelirlerin enflasyona karşı korunmasına son verme, sosyal güvenlik sisteminin revizyonu, kıdem tazminatı “reformu”, özel emeklilik sisteminin otomatikleşmesi, geçici istihdamın artırılması…
Başkaları da var: Örneğin, IMF’nin Kamu Özel İşbirliği projelerinin kamu maliyesine aktardığı yüklerin doğrudan merkezî bütçeye taşınması önerisi de YEP’te benimsenmektedir.
Hedefleri bir yana; sadece “YEP, bir IMF programıdır” tespiti, Türkiye krizinin itirafı anlamındadır. Klasik IMF reçeteleri bunalım koşullarında gündeme gelir.
“Yerlilik ve millîlik” iddiasındaki bir iktidar, kriz ortamında emperyalizmin üst kurullarından biri olan IMF reçetelerine (üstelik “çaktırmadan”) sığınmak zorunda kalmıştır.
YEP: Emek karşıtı bir anti-kriz programı
“YEP bir IMF programıdır” tespiti, programın sınıfsal içeriğini de belirlemiş oluyor: Emek-karşıtı bir anti-kriz programı…
Bir kere, sadece kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7’si boyutunda kemer sıkmak, küçülmenin alt-sınırını belirliyor: Çoğaltan etkileriyle birlikte ekonomide yüzde 2’yi aşacak bir daralma… Bu etken, TCMB’nin faiz kararının uzantıları ile pekişecektir. Şimdiden yüzde 38’lere ulaşan kredi ve tüketici faizlerinin yatırım ve tüketim harcamalarını bastırarak, üretim, gelir ve istihdamı aşağı çekmesi kaçınılmazdır.
Bu daralmayı, hâlâ TÜİK istatistiklerinden değil, günlük gözlemlerden ve otomotiv, ayakkabı, inşaat sektörlerinin temsilcilerinden algılıyor, öğreniyoruz.
Türkiye ekonomisinin geçmiş kriz ve daralma dönemlerinde gözlenen bölüşüm şokları, bu kez de gerçekleşecek. İlk darbe işçi sınıfı üzerinde yoğunlaşacak: Artan işsizlik, kayıt-dışılık, reel ücretlerin erimesi, kıdem tazminatlarının, ücret alacaklarının ödenememesi…
Bunalımın mağdurları kervanına (başta köylülük olmak üzere) küçük üreticiler, esnaf, KOBİ’lerin birçoğu katılacak. Sermaye, doğası gereği kaygandır; bu sayede krizlerden “sıyrılma, hatta kazançlı çıkma” becerisi söz konusudur. Ama bu ayrıcalık, büyük, oligopolcü şirketlere, banka bağlantıları güçlü olan sermayeye özgüdür.
YEP’in emek-karşıtı öğelerini ağırlaştıran bir özelliği daha var: 2019’da kamu giderlerinde hedeflenen kesintilerin yüzde 17’si sosyal güvenlik harcamalarında yapılacaktır (YEP, s.5). Daha şimdiden SGK’nın karşıladığı ilaçlar listesi daraltılmakta; sağlık hizmetlerinin “bedelleri” yukarı çekilmektedir.
Vergilerde 16 milyar TL’lik artış hedeflenmektedir. Ancak, gelir, servet ve kurumlar vergilerinde tahsilat artırıcı reformlar gündemde değildir. Niyet, anlaşıldığı kadarıyla, (“vergi tabanını genişletme” söylemiyle) harcamalardan alınan (dolaylı) vergilere yüklenmektir.
Bunlara, yukarıda saydığım “yapısal reformlar” listesini (kıdem tazminatı, özel emeklilik vb…) ekleyiniz: IMF Türkiye Raporu’ndan türetilen YEP, böylece “emek-karşıtı bir anti-kriz programı” oluyor.
Elbette eleştirilerimiz bu belgeye “hariçten katkı yapan” IMF’ye değil, YEP’i yayımlayan, onun sahibi olan Cumhurbaşkanlığı’na odaklanmalıdır. Krizi doğrudan doğruya derinleştiren, emekçi sınıflara yıkan özellikleri nedeniyle…
YEP ne veriyor; ne istiyor?
YEP, bir Cumhurbaşkanı Kararı olarak yayımlanmıştır. Hedeflerinin önemli bölümleri merkezî devlet bütçesiyle ilgilidir. YEP’ten türetilecek bütçe, yeni rejimde Cumhurbaşkanlığı’nca hazırlanacak, sadece “kabul veya red” seçeneği ile Meclis Genel Kurulu’na getirilecektir. Dolayısıyla TBMM plan ve bütçe komisyonunda görüşülmeyecek; revizyondan geçemeyecektir. TBMM adına bütçeyi denetleyecek Sayıştay da devre dışıdır.
Dolayısıyla YEP’te yer alan ve yukarıda sıraladığım emek karşıtı yapısal uyum öğelerini, sosyal güvenlik harcamalarında kesintileri TBMM içinde eleştirmek, revizyona uğratmak söz konusu değildir. Eleştiri zamanı bugündür ve Meclis dışında odaklanmalıdır.
Tamamen farklı bir durum da var: YEP, aynı zamanda, Cumhurbaşkanı için büyük öncelik taşıyan yatırım bütçesini 30,9 milyar TL kısmakta; mega projeleri fiilen askıya almakta; “yaren” çevrelerin nemalandığı teşviklerde 14 milyar TL’lik kesinti yapmaktadır.
TCMB’nin faizleri sıçratmasından bir hafta sonra, Cumhurbaşkanı’nın önceliklerini de önemli boyutlarda zedeleyen bu kemer sıkma ve küçülme programı nasıl hazırlanabildi? Bu iki “aykırı eylem” nasıl sineye çekildi?
Yanıt, 28 Eylül tarihli yazıda yer alıyordu. Tekrarlayayım: Albayrak, Eylül başında Londra’da dev finans kuruluşlarının yöneticileri ile görüşmüş; (Financial Times’a göre) bütün yatırımcıları dikkatle dinlemiş; gerekenleri hızla kavramış; Türkiye’ye dönüşünde (anlaşılan) Cumhurbaşkanı’nı da hizaya getirmiş; sonuç, TCMB’nin faiz kararı ve YEP olmuştur.
Cumhurbaşkanı nasıl ikna edildi? Finans çevreleri, Albayrak aracılığıyla, “faizler enflasyonun üstüne yerleştirilmezse, malî disiplin gerçekleşmezse sermaye akımları duracak” uyarısını aktarmış olmalıdır. Yeterince etkili olduğu anlaşılıyor.
YEP, malî disiplin ve yapısal reform hedefleri itibariyle bir IMF programıdır; ama bir kredi anlaşması değildir. Ancak, benzer bir işlevi vardır; Türkiye’yi yönetenlerden finans kapitale bir çağrıdır: Faiz kararı ve YEP sayesinde ekonomiye istikrar getiriyoruz. Karşılığında da yatırımlarınızı, kredileri canlandırmanızı bekliyoruz.
IMF kredileri sağlayacak bir stand-by sözleşmesi yerine, finans sermayesinin fon akımlarını tetikleyecek bir daralma / istikrar programı üretilmiştir.
Program nasıl denetlenecek?
YEP’e karşı dış kaynak akımı… Finans sermayesi, bu “örtülü sözleşme”yi benimseyecek mi?
Finans çevrelerinin kritik sorusu bellidir: “YEP’in uygulanması nasıl denetlenecek?” Yanıtı Albayrak, 28 Eylül’de New York’ta verdi: “Denetimi sizlerden birine veriyoruz: McKinsey & Company’ye…”
Ayrıntı da eklendi: YEP uygulaması 16 bakanlık temsilcisinin katılacağı bir Maliye ve Dönüşüm Ofisi’nce izlenecek; McKinsey bu ofisin çalışmalarını üçer aylık raporlarla denetleyecek…
“Ofis”in adı adeta özenle seçilmiştir: “Maliye” öğesi, YEP’in malî disiplin hedeflerini izleyecektir: Yatırım, sosyal güvenlik, teşvik harcamalarındaki kısıntıları, vergilerdeki artışları… “Dönüşüm” öğesi yine YEP’te yer alan neoliberal yapısal uyum / dönüşüm reçetelerinin uygulanmasını denetleyecektir: İşgücü piyasalarında tüm öğeleri, uzantılarıyla esnekleşme; sosyal güvenlik sisteminde piyasalaşma…
Aziz Konukman, YEP ile birlikte ortaya çıkan yasal ve yönetsel kargaşayı eleştirdi (BirGün, 24 Eylül). Başka eleştiriler ise, geçmişte TBMM ve Sayıştay’a düşen bütçeyi denetleme işlevinin bir ABD şirketine devredilmesi üzerinde odaklandı.
Kime teslimiyet?
Ben, YEP’in içeriğini eleştirmeyi yeğliyorum. Hedefler, IMF’den alınmıştır. Krizin maliyetini doğrudan ve dolaylı olarak emekçi sınıflara yıkma programına “YEP” adı verilmiştir. Programın muhatabı, uluslararası finans sermayesidir. Müfettiş (“denetçi”) olarak da McKinsey şirketi seçilmiştir.
Bu koşullarda dış sermaye çevrelerini temsil eden; McKinsey raporlarını ortaklaşa değerlendirecek bir üst kurul (örneğin IMF) yoktur. Türkiye bu bakımdan avantajlıdır.
Yozlaşmış devletler ile uluslararası şirketler arasındaki danışmanlık anlaşmaları netamelidir. Bir örnek aklıma geldi: Avro’ya geçiş aşamasında Yunanistan ile dev yatırım bankası Goldman Sachs arasındaki anlaşma… Goldman Sachs Yunan yetkililer ile işbirliği yapmış; bütçe ve borç verileriyle oynamış; avro’ya geçişin nicel koşullarını doğrulayan düzmece bir raporu AB Komisyonu’na sunmuştu. Sahtekârlık, avro krizi patlak verince ortaya çıkmıştı.
McKinsey, raporlarında kimi gözetecek? İşvereni (patronu) olan Türkiye makamlarını, Cumhurbaşkanı’nı mı? Ait olduğu cemaati (finans çevrelerini) mi?
McKinsey bağlantısında Tütün Rejisi örneği yanıltıcıdır. Daha yakın örnek, Goldman Sachs-Yunanistan-AB örneğidir.
Asıl “günah”, McKinsey anlaşmasının evveliyatında yatmaktadır: Türkiye krizinin bir yaratıcısı olan AKP iktidarı (Cumhurbaşkanı), krizin diğer yaratıcısı olan finans kapital ile, bunalımın maliyetini Türkiye’nin emekçi sınıflarına yıkan bir anlaşma oluşturmuştur.
Önemsiz bir Amerikan şirketine teslimiyetten çok daha vahim bir durum söz konusudur: Hem Türkiye’nin krizini (AKP ile işbirliği içinde) yaratan, hem de (YEP aracılığıyla) yönetmesi hedeflenen finans kapitale, yani emperyalizme teslimiyet…
soL / 05.10.18