Bazen dünyayı, yaşadığınız coğrafyayı, insanları, ayrımcılıkla dolu beyinleri unutup, bir umutla anlatıp, yazıyorsunuz.
Rakel Dink'in tarihe geçen sözlerini anımsıyorsunuz ardından; "Bir bebekten bir katil yaratmak…"
Sadece katil yaratılmadığını görüyorsunuz. Bir bebeğin bütün hücrelerine yavaş yavaş faşizmin, ayrımcılığın, adaletsizliğin, vicdansızlığın nasıl yerleştirildiğini ve o bünyeden nasıl sökülüp atılamadığını fark ediyorsunuz.
Bazen, sanıyorsunuz ki buna rağmen, anlattığınızda yer yerinden oynayacak, bu kadarı olmaz denilecek, hangi görüşten, kim olursa olsun yapılanları kabullenmeyecek ve en azından sonrası için bir küçük pencere açılacak.
Yok, hayır olmuyor.
Yer yarılmıyor, hepimiz içine düşmüyoruz, edepsizce, arsızca, böyle şeylerin olabileceğini düşünerek, birkaç dakika sonra ne olmuşsa hepsini unutarak yaşamaya devam ediyoruz.
* * *
2006'da Diyarbakır'da yaşanan olaylarda tam 14 kişi öldürüldü. Öldürülenlerden 6'sı çocuktu, çoğu yaşlı… Boğazından vurularak öldürülen gazeteci de vardı aralarında, sokakta oynarken kurşunla ölen 3 yaşında çocuk da…
Yazının burasında duralım. Okuyanların bir bölümü, "Diyarbakır" ifadesini görünce okumayı bırakacak zira. Yazanın kim olduğuna bakacak ya da. Ya da bölgede böyle şeylerin normal olduğunu, kimsenin boş yere öldürülmüş olamayacağını düşünecek. Ve elbette, tahammül edip okursa…
Devam edelim şimdi…
* * *
Öldürülen iki çocuğun dosyası ise diğerlerinden biraz farklıydı. İkisi de yakın mesafeden, gaz fişeğiyle, kafalarından vurulmuştu. Mahsum Mızrak'ın kafatasında, gaz fişeği neredeyse bütün olarak duruyordu. Enes Ata'ya isabet eden gaz fişeğinin seri numaraları da okunabiliyordu.
Demek ki gaz fişeğini kimin ateşlediği, tüfeği kimin yasaya aykırı kullandığı bulunabilirdi.
Avukatlar hemen harekete geçti. Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Diyarbakır Barosu, İnsan Hakları Derneği avukatları, hepsi çocukları vuranları bulabilmek için mücadeleye başladı.
Yazının burasında da duralım.
Geçtiğimiz günlerde, bir savcı, sosyal medya hesabından, İnsan Hakları Derneği'nin, "terör örgütünün derneği" olduğunu savundu. Bir not düşelim buraya. 30 yıldır bıkmadan, usanmadan aynı sözleri sarf edenlerin, 30 yıldır devletin bin kez denetlediği ama nedense kapatmadığı hatta projelerine davet ettiği bir insan hakları kurumu için nasıl aynı sözleri söyleyebildiği, bunu söyleyenlerin nasıl adalet dağıtabilecekleri de not olarak dursun arada.
Ve yeniden devam edelim…
Sürpriz değil elbette, Diyarbakır Valiliği konunun soruşturulmasına izin vermedi.
İdare mahkemesi kararıyla soruşturma başlatılabildi.
Bilinen "cezasızlık kültürü" hikâyeleri burada da devam etti.
Seri numarası belli gaz fişeklerini kimin ateşlediği soruldu, yüzlerce polisin ismi bildirildi.
O gün, çocukların vurulduğu bölgede kimlerin çalıştığı soruldu, yine yüzlerce polisin ismi geldi.
Sonunda, üç polise kadar isimler indirildi. Artık hangisinin çocukları vurduğunun tespit edilmesine sıra gelmişti. Haklarında dava açıldı.
Çocukları vuran tüfeğin sahibinin bulunması için inceleme talep edildi, dosya oyalandı. Sonra "Bulamayız" denildi.
Uzun uğraşlar sonucunda nihayet, jandarma kriminalden, "Biz tespit ederiz" yazısı geldi.
Tam adli emanetten çocukların kafasından çıkan gaz fişekleri talep edilecekti ki, yazı gönderildi:
"Emanette gaz fişeklerini bulamıyoruz, çalınmış…"
* * *
Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılama başladı.
Küçük yaşta annesini kaybeden henüz 8 yaşındaki Enes, teyzesine giderken vurulmuştu.
Sokağa çıkan Mahsum, evine dönerken. Günlerce cenazesinin nerede olduğu bile bulunamamıştı.
Mahkeme, adli emanetten dosyanın çalınması ile ilgili olarak suç duyurusunda bulundu. Ve bütün bunlar, neredeyse 10 yıl önce oldu.
Burada da duralım. Gazeteciler, tüm bu gelişmeleri yazdı. Yer yerinden oynamadı, kimse utanmadı. Mağduriyetin sadece belli bir kesim için geçerli olabileceğini düşünen ve sadece iktidar karşıtlığından "eleştirel" pozisyon alan, sadece belli davalarla, belli isimlerle ilgilenenler de sesini çıkartmadı.
Ve yine devam edelim.
* * *
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, her iki çocuğun yaşam hakkının ihlal edilmesi, kanıtların çalınması, etkili soruşturma yürütülmemesi nedeniyle Türkiye'yi mahkûm etti.
Bir şeyler biraz olsun değişir diye düşünüyor insan değil mi, değişmedi.
İşin peşine kim düştüyse, bütün seçenekleri elemek, işini sağlama almak istiyordu.
Enes Ata'nın üzerinden çıkan kanlı tişörtün, mahkeme kararı olmadan imha edildiği anlaşıldı.
Olay gününe ait bütün telsiz konuşmalarının kimseye sorulmadan imha edildiği…
Israrla bütün kanıtlar kaçırılıyordu, sanık üç polis ise duruşmalara bile gelmiyordu.
Yıllar geçti…
Alay eder gibi yeni yazılar geldi.
"Enes Ata'dan çıkartılan gaz fişeğinin Mahsum Mızrak'ın otopsisi sırasında fotoğrafı çekilen gaz fişeğiyle benzer özelliklere sahip olduğu, sehven yanlış emanete alınmış olabileceği, fişeğin kayıp olmadığı, adli emanetin 2009/2221 sırasına kayıtlı olduğu..."
Savcılığa göre Ata'nın bedenin çıkan, yıllardır aranan gaz fişeği aslında kayıp değildi.
Aslında bu tespite de gerek yoktu, zira Enes Ata'yla ilgili bu dosyada, 3 ay önce zaten zamanaşımı kararı verilmişti.
Mahsum Mızrak'ta da sonuç değişmedi ve karar çıktı:
"Mızrak'ın vücudundan çıkartılan gaz fişeğinin taşınma tadilat sırasında emanet poşetinin yırtılması sonucu kaybolmuş olabileceğine yönelik tutanak tutulduğu, emanet poşetinin de bulunması dikkate alındığında gaz fişeğinin kasten değiştirildiğine veya alındığında ilişkin herhangi bir delil bulunmadığı..."
Bulunan emanet poşetinin altının elbette yırtık olduğu görüldü.
Savcılık, bu durumda fişeğin çalınmış olamayacağına kanaat getirdiğinden bu suçtan işlem yapmadı.
Suçun sadece emanet memurlarının görevi kötüye kullanması olabileceğine işaret etti.
Savcılığa göre de bu suçla ilgili 8 yıllık zamanaşımı süresi dolmuştu, dosya kapatıldı.
Artık, adli emanetten delil çalınmasından söz edilemeyeceğine göre, herkes rahatlamıştı.
* * *
"Şüpheden sanık yararlanır" değil mi?
Bu davada, ortaya çıkabilecek bütün kanıtlar kaybedildi.
Ardından sanık polislerin aleyhinde kanıt olmadığı söylendi ve bu ilke gereğince beraatleri kararlaştırıldı.
İstinaf mahkemesi, usul yönünden bozdu bu kararı.
Mahkeme, ilk kararında direndi.
Ve geçtiğimiz günlerde Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, istinaf başvurusunu sonuçlandırdı.
"Yapılan yargılamaya, toplanan ve karar yerinde açıklanan delillere, mahkemenin kovuşturma sonucunda oluşan inanç ve takdirine, gösterilen gerekçeye ve uygulamaya göre ilk derece mahkemesinin kararında usule veya esasa ilişkin herhangi bir hukuka aykırılığın bulunmadığı, delillerde veya işlemlerde herhangi bir eksiklik olmadığı, ispat bakımından değerlendirmenin yerinde olduğu saptandığından" beraat kararı yerinde bulundu.
Tekrar edelim, "delillerde ve işlemlerde eksiklik olmadığı", "oluşan inanç ve takdire göre" bu karar verildi.
Şimdi dosya Yargıtay'a gitti.
Sanık polisler hiç gözaltına alınmadı, hiç tutuklanmadı.
2006'da, çocukların gaz fişeği ile vurulamayacağı söylense, bu nedenle birileri ceza alsa, 2013'te Berkin Elvan da vurulmayacaktı.
Cezasızlık kültürünün yarattığı bir kelebek etkisi var.
Başka çocukların da ölümüne yol açan bir etki.
Yargıtay ne yapacak, göreceğiz.
Ama zaten yer yarılmıyor ve içine girmiyoruz, bunu biliyoruz.
Ve zaten çocuklar ölüyor, hayat devam ediyor, bunu da biliyoruz.
Ve adaletsizlik ne sadece Diyarbakır'da ne sadece İstanbul'da, ne sadece çocukların gözaltına alındığı Fransa'da, ne sadece Amerika'da, bunu da biliyoruz.
Ve bazı adaletsizliklerin diğerlerinden daha normal karşılandığını da…
Hayat devam ediyor, hep eder, utanır gibi yaparız bazen, bunu da biliyoruz elbette.
Ama unutmamak da var, az da olsa utananlar da… Israrla sürdürüyorlar mücadele etmeyi.
Ve biliyoruz; hâlâ biraz olsun ışık umudu varsa, hiç ortalıkta görünmeyen o insanların sayesinde…
T24 / 14.11.20