Devletin para politikalarını yöneten kurumu Merkez Bankası ile maliye politikalarını yöneten Hazine, Türkiye’deki ekonomik krizin en önemli iki aktörü olarak hep gündemdeler. Merkez Bankası görünüşte “bağımsız,” Hazine ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı da olan Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı.
Ancak pratiği izleyenler Merkez Bankası’nın “bağımsız” davranamadığını, rejimin doğrudan ya da dolaylı müdahalelerine maruz kaldığını gözlüyorlar. Merkez Bankası, faiz kararlarında mutlaka Saray’ın onayını almaya mecbur hissediyor, kaynaklarını son zamanlarda artan biçimde Hazine’nin kullanımına sunmaya zorlanıyor ve yine Bakan Albayrak’ın direktifiyle hiç yapmaması gereken bir şeyi yapıp döviz piyasalarına doğrudan ya da dolaylı müdahalelere araç oluyor. Örneğin, Hazine kontrolündeki kamu bankaları aracılığıyla döviz sattırıp dövizin fiyatının yükselmesini önlemeye çalışıyor.
Merkez Bankası ile Hazine arasındaki ilişkide daha çok dikkat çeken, Merkez Bankası kaynaklarının Hazine’ye transferi. Merkez Bankası’nın son tahlilde devlete ait bir anonim şirket olarak banka kârının bir kısmını Hazine’ye “temettü” olarak aktarması yeni bir şey değil, yasa hükmü. Banka, kuruluşundan bu yana bunu yapıyor. Ama bu yıl alışılmadık bir biçimde nisan ayında yapılması gereken bu transfer, yasa değişikliğine gidilerek ocak ayına, yani 31 Mart yerel seçimlerinin öncesine alındı. Çünkü Hazine, popülist seçim politikaları uygulayan hükümetin yarattığı önemli açıklarla karşılaştı ve ancak yüksek faizlerle yapabileceği borçlanmayı azaltmak için Merkez Bankası’nın 34 milyar TL dolayındaki kârını önden çekti.
Kan nakli bununla kalmıyor. Hazine’nin yine Merkez Bankası’nın kârlarından oluşan ve her anonim şirkette olduğu gibi Merkez Bankası’nda da kârların yüzde 20’sine tekabül eden “yedek akçe” kaynaklarına da göz dikilmiş durumda. Bu kaynağın da yaşadığı kan kaybına önlem olarak Hazine’ye devri konuşuluyor. Bu niyetin önünde bazı hukuki engeller var. Ama hukuksuzluğu umursamayan bir rejim için bunun çok da bir engel oluşturmayacağı, genelde kabul görmüş durumda. Tek çekince, bu muhtaçlığın vardığı boyutları, dış para piyasalarının da görecek olması. Hazine’nin Merkez Bankası yedek akçesine ihtiyaç duyacak kadar sıkışıklık içinde olduğu, böyle bir kan nakli ile iyice açığa çıkacak. Ama veriler istenildiği kadar makyajlansın, Hazine’nin açıklarının giderek büyüdüğü ve büyük bir borçlanma ihtiyacı içinde olduğu pek saklanamıyor.
2019’un ilk dört ayına ilişkin veriler, Hazine’nin neden Merkez Bankası kaynaklarına bu kadar el atma çaresizliği içinde olduğunu yeterince sergiliyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre bütçe giderleri 2019’un ilk dört ayında 2018’in aynı dönemine göre yüzde 29 arttı. Bu, tüketici enflasyonunun 10 yüzde puan üzerinde bir artış demek. Giderler içinde de özellikle faiz harcamalarındaki yüzde 51’lik artış dikkat çekici.
Giderler yüzde 29 artarken, ilk dört ayda vergi ve vergi dışı gelirlerden oluşan “bütçe gelirleri” ancak yüzde 19 yükseldi. Yani giderlerdeki artıştan 10 yüzde puan düşük, enflasyon artışını geçemeyen bir vergi artışı temposu söz konusu.
Ekonomide büyüme yerine küçülme başlayınca, çoğu tüketimden alınan dolaylı vergiler de azaldı. İlk dört ayda vergi gelirleri sadece yüzde 6 arttı. Yüzde 19 enflasyonu anımsayınca, vergi gelirlerinde ciddi bir reel gerileme olduğu açık.
Vergilerdeki hızlı erimeye karşılık “vergi dışı gelirler” yüzde 78 gibi büyük bir artış gösterdi ve 73 milyar TL ile devlet gelirlerinin dörtte birini geçti. Bunlar, bir kereye mahsus sağlanan devlet gelirlerinden oluşuyor. 73 milyar TL’lik bu tür gelirlerin yaklaşık 34 milyar TL’lik bölümü Merkez Bankası’ndan Hazine’ye aktarılan temettü, yani kâr payı. Bedelli askerlik gelirleri, hukuksuz yapıların affından sağlanan gelirler de bu “bir defaya mahsus gelirler” içinde.
Vergi gelirlerinin “faiz dışı giderleri” karşılama gücü, önemli bir göstergedir. 2018’in ilk dört ayında vergiler faiz dışı giderlerin yüzde 83,1’ini karşılayabiliyordu. 2019’un ilk dört ayında ise vergiler faiz dışı giderlerin ancak yüzde 70’ini karşılayabiliyor. Özellikle IMF gibi kuruluşlar bu oranı dikkate alırlar ve bu düşüş, Hazine’nin ciddi bir zaaf içinde olduğunu tek başına ortaya koyuyor.
Böyle bir bütçe zafiyeti karşısında ya vergileri artırmanın bir yolu aranır ya da çoğu zaman yapıldığı gibi önce vergi dışı yeni gelir kaynakları ve onu takviye edici borçlanmaya gidilir. Vergi dışı gelir potansiyelinin neredeyse sonuna gelindi. Özelleştirilecek, satılacak kamu varlığı kalmadı gibi.
O zaman tek çare borçlanmaya gitmek. Yükselmiş faizlerle borçlanmaya gidince bütçede faiz harcamaları daha da artıyor. Devlet borçlanan aktör olarak sahneye çıkınca faizler daha da tırmanıyor. Artan faiz giderleri bütçede eğitim, sağlık, sosyal yardım, tarıma destek gibi alt, orta sınıfları ilgilendiren harcamaları kısmak pahasına yapılabiliyor ancak. Politik maliyeti de ağır bu yolun.
Bütçe açıkları, kamu borç yükü, Türkiye’nin 2001’de yaşadığı krizin en önemli kamburu idi. IMF veri tabanına göre 2001’e gelindiğinde bütçe açığı milli gelirin yüzde 12’sini bulmuş, kamu borçlarının milli gelire oranı yüzde 76’yı aşmıştı. 2001-2002’de IMF stand-by anlaşması gereği dönemin koalisyon hükümetiyle, 2003’ten itibaren de AKP hükümetiyle uygulanan özelleştirmeler başta olmak üzere bazı operasyonların sonunda 2006’da kamu açığı milli gelirin yüzde 1’inin altına inerken, borç yükü de milli gelirin yüzde 27’sine kadar geriledi. Bütçe performansı, AKP’nin dış dünyadan kaynak isterken vitrinine koyduğu en önemli gösterge idi artık.
Ne var ki 2016 sonrası ekonominin olumsuz gidişatı, AKP’yi ekonomiyi yönetmek için daha çok Hazine’yi kullanmaya, özellikle seçim dönemlerinde daha çok harcama yapmaya, vergi bağışıklıkları tanımaya götürdü. Bunun sonucunda 2018’de bütçe açığı yeniden tırmandı ve milli gelirin yüzde 3.6’sına çıktı. Kamu borçları da şimdilik milli gelirin yüzde 30’una yaklaşıyor.
Şimdi korkulan açıkların daha da artması, kamu borç yükünün kabarması. Kamunun borçlanıcı olarak piyasaya çıkması, zaten iyi olmayan dengeleri daha da bozabilir. O nedenle, “bir defalık gelir” arayışı bitmiyor. Akla gelen son fikir, Merkez Bankası’nın 40 milyar TL’yi bulan yedek akçesinin yapılacak bir yasa değişikliği ile Hazine’ye aktarılması.
Bu kan naklinin Merkez Bankası’nın bağımsızlık iddiasını iyice çürüteceği gerçeği bir yana, bankayı sert rüzgarlarda yelkensiz bırakma riski büyük. Hazine’nin açıklarının ne kadarını, ne süreyle idare edeceği belli olmayan bu bir defalık kaynak operasyonu niyeti, Hazine’ye parlak bir görüntü vermiyor. Bu muhtaçlık, özellikle Türkiye’ye dış borç veren piyasalar ve kuruluşlar açısından Hazine’nin zafiyetini ortaya koyuyor. Ama AKP rejimi yine de bu kaynaktan da vazgeçecek gibi görünmüyor.
Al-Monitor / 22.05.19