İçinde bulunduğumuz zaman ve mekânla baş etmekte güçlük çektiğimizde bazen ezgilere sığınırız. Çünkü müzik zamanlar ve mekanlar üstüdür, insanın tarihsel kusurlarının ötesinde bir potansiyeli olduğunu hatırlatan tertemiz bir sığınak gibidir. Ruhsuz dünyanın ruhu, kalpsiz dünyanın kalbidir.
Zaman ve mekâna uydurup ambalajlayıp satmak da mümkündür onu. Piyasaya uydurmak, saray sofralarına sunmak da. Ancak bunu reddedenler hep vardır. İlla devrimci politik bir tutumun gereği olarak değil ama vasata, düzene, piyasaya, muktedire alçalmamak için.
Dünya çapında bilinen ama hep biraz Elazığlı kalan, Nazım Hikmet’in Orkestra şiirinde bir eksiklikler metaforu olarak geçen üç telli sazın itibarını iade eden, Eşkıya filmine yaptığı müziklerde Fırat türküsünün piyasalaştırılmasına katkı sunduğu için pişmanlığını ifade eden, sonrasında da albümlerini 1990’lı yılların ne bulursa tüketen müzik piyasasına karşı bir müzikal direniş olarak çıkaran Erkan Oğur da başı önünden kalkmayan ama alçaldığına şahit olmadığımız biri olarak müziğiyle sığınaklarımızdandı.
1998’de İsmail Hakkı Demircioğlu ile birlikte çıkardığı, adıyla müsemma “Gülün kokusu vardı” albümü başlı başına bir itirazdı. Anadolu ezgilerini piyasaya uygun hale getirmek için deforme edip ambalajlayanlara karşı neoliberal zamanlar Türkiye’sinin piyasa kriterleri dışındaki güzelliği hatırlatıyordu.
Aşık Veysel’in Ruhi Su’yu ilk dinlediğinde, nasıl bulduğunu soranlara “Efendim, dağlarda kır çiçekleri olur, onu alır şehre getirirsen, güzel saksılarda, güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur ama o eski kokusunu bulamazsınız” dediği, sonrasında da kırıcı olduğu için pişmanlık duyduğu söylenir. Belki “Gülün kokusu vardı” derken biraz da bu diyalogdan esinlenmişlerdi. Ancak Oğur’un dinleyicileri açısından onun ezgileri yeniye değil piyasaya teslim olmuşların kirlenmişliğine itirazdı.
Şöyle azıcık yakından takip eden, söylediği türkünün sözünü bilmeyenlerden olmadığını bilirdi. Mesela Pir Sultan’dan ya da Kazak Abdal’dan söylerken muktedir karşısında bir tutum ifade ettiğini bilmiyor değildi. Ona göre dinleniyor, ona göre seviliyordu.
Bütün renkler hızla kirlenirken, ne yalan söyleyelim, o pek çoğumuzun aklında yarış dışıydı.
O sebepten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın türküsüne… Düzeltelim; şu an Türkiye’yi inim inim inleten faşist rejimin suçlarını allayıp pullayarak anlatmakla görevli şahsın halkla ilişkiler kampanyasına katkı verdiğini duyduğumuzda Erkan Oğur’a çok şaşırdık, çok kızdık.
“Ne yapmış, adam mı öldürmüş?” diye savunulduğunda, bu iktidarın sorumlusu olduğu ölümlerin ve cehenneme çevrilen hayatlarımızın üstüne kurulan sahnede cellatların sözcüleriyle müzik yapılamayacağını, müzik yapanların da iyi kalamayacağını söylemek zorunda olduğumuzu anladık.
“Erkan abiye lâf söylettirmem” diyen Ceylan Ertem’in, “Okulu için bir iyilik istemiş karşılığını vermesi gerekmiştir” savunmasını okuduğumuzda, öyle bilmezlikten falan değil bile bile yapılan bir “iyilik”le, bir alışverişle karşı karşıya olduğumuzu anladık.
Savunanlar, savunduklarını sanırken göklerdeki Erkan Oğur imajını yerin dibine batıranlar, “İstediğiyle gider çalar” diyor. Doğrudur. İstediğiyle gider çalar. Ama bundan önce olduğu gibi yaptıklarının karşılığını da alır. İbrahim Kalın’dan talep ettiği “iyiliği” alır ama onu bundan önceki imajı nedeniyle alkışlayan dinleyicilerinin eleştirilerini de alır. Sadece sıkı dinleyicilerinin eleştirisini değil, faşist rejimin halkla ilişkiler kampanyasına katıldığı için yığınların hayal kırıklığını, öfkesini, ahını da alır.
Erkan Oğur’u artık gönül rahatlığıyla dinleyemeyeceğiz. Onun müziği artık sağaltıcı bir sığınak olmayacak çoğumuz için. Bir teslim olmama halini değil teslim oluşu hatırlayacağız ister istemez.
Gülün kokusu vardı. Artık yok.
Sendika.Org / 14.04.21