Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2011 sonrası “Osmanlı Baharı” havasıyla epeyce dağıttığı Arap sokağını biraz toparlamak için nelere katlandığını, verdiği tavizler ve attığı taklalarla ne sıfatlar kazandığını gören gözler, Galatasaray-Fenerbahçe ikilisinin Riyad’daki çalımının fileleri nasıl deldiğini de fark etmiştir. Fakat kriz kurdu Erdoğan bundan da bir “Allah’ın lütfu” çıkartabilir, Atatürkçü şahlanışın önünü kesebilir.
Riyad’da oynanmasında Erdoğan’ın tercihleri ne kadar belirleyiciydi? (Erdoğan’ın Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) kararını sonradan öğrendiği ve ‘OK’ dediği öne sürülüyor. Fakat TFF’nin Erdoğan’dan izinsiz de adım atamayacağı vurgulanıyor.)
Kuralları belirleyen protokol hazırlanırken siyaset devrede miydi? (TFF üzerinden siyasetin hep devrede olduğu söyleniyor. Hatta Riyad’a gitmek istemeyen kulüpler üzerindeki TFF baskısı siyasi etkiye bağlanıyor.)
Atatürk tişörtleri ve pankartlarla ilgili kural değiştirme girişimi sırasında siyaset nerede durdu? (Dışişleri, Büyükelçilik ya da Erdoğan’ın adamlarından etkili müdahale gelmediği düşünülüyor.)
Üç sorunun gerçek yanıtları ipin kimin boynuna gideceğini belirler. Şeffaflık yok; herkes biriken karı ötekinin tepesine küreyecek açıklamalar yapıyor. Bir sürü şey yazıldı, söylendi; benim alanıma girmediği için bunları uzun atlıyorum.
***
Suudiler pankart, bayrak, marş ve tişörtlere dair pazarlığın içindeki TFF ve iki kulübün doğrudan; kapıya dayanmış krizin neresinde olduğu anlaşılmayan Dışişleri ve Cumhurbaşkanlığı’nın dolaylı sorumluluğu ile Türkiye’nin içine düşürüldüğü bu durumun ikili ilişkileri etkilemeyeceğinden emin gibiler. Ya da bunun Ankara’da mesele olmayacağının bilincindeler. Sosyal medyadaki köpürtmeler bir kenara Arap medyası da Türkiye’de Kemalist şahlanmaya vesile olan Riyad’daki rezaleti pek umursamış gözükmüyor. Sosyal medya hariç tabii. Karşılıklı Türklerin Araplara, Arapların da Türklere bakışını belirleyen ne kadar zehirleyici kalıp varsa baskıya çıktı yeniden.
Riyad bir şeyleri dert ediyor olsaydı Türkiye’nin Katar’a hami kesilmesi üzerine kopan fırtınadaki gibi sözünü esirgemeyen siyasi profiller ortaya çıkardı. Türkiye’nin Katar’daki üssü tartışılırken "Haysiyetli, onurlu ve şerefli Araplar sömürgecileri vatanlarından defetmek için mücadele ederler. Bugün ise sefil Araplar, vatanlarını sömürgeci Türklere askeri üsler yapması için peşkeş çekiyorlar. Türkiye ki gelecekte onları köleleştirecektir” diyebilen Suudi Din İşleri Bakanı Dr. Abdullatif Al eş-Şeyh gibi siyasetçiler çıkmıştı. Şimdi yetkili ağızlar bantlı.
İlişkilerdeki mahkumiyet daha çok Erdoğan’ın motivasyonunu tanımlıyor, Kral Selman ya da kral yetkisi kullanan oğlu Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın değil. Erdoğan’ın birkaç yıl sövüp saydıktan sonra hangi saiklerle kıvrana kıvrana Selam Sarayı’na geldiğini biliyorlar. İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürüp cesedini yok ettikleri gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili soruşturmayı nasıl kapattığını, dosyanın Suudilere devrine şerh düşen hakimi nasıl sürgüne gönderdiğini, Türk yargısını ne denli itibarsızlaştırdığını, para için nasıl gizli pazarlıklara girip ödünler verdiğini ya da ayrıcalıklar tanıdığını… İtibar mafiş. Takımlar da para için ayaklarına gitmişken “Benim ülkem, benim toprağım, benim egemenliğim” diyor. Kim demez ki! İtiraza binaen de “FIFA kuralları” diyerek kestirip atıyor. Buna karşın siyaset ve diplomasi ağırlık kullanmak yerine araziye çıkmış gözüküyor. Her yerde varlar, her şeye dahiller ama Riyad’da top hızla kaleye giderken aylaklığa veren bir kaleciye dönüşüvermişler.
***
Belli ki Erdoğan şeffaflıktan bînasip çıkar ilişkilerini korumak için Riyad’dan yana hassasiyet gösteriyor. Kuşkusuz bunu ulusal çıkarların öncelenmesi olarak sunacaklardır. Arkasına da bir sürü komplo teorisi takarak.
Suudilerle yaşanan kriz ilk değil. Öteden beri Suud-Türk ilişkilerinin seyri pek tutarlı olmadı. Ama bu tutarsızlık muhalefet kanadında tekrarlanıp duran “Araplar bizi arkadan hançerledi”, “Araplara güven olmaz” gibi basmakalıp ve ırkçı yargılarla izah edilemez. Geçmiş de bugün de pek çok çelişki barındırıyor.
Sanki 1818’de Arabistan’dan zincirlenerek İstanbul’a getirilip boynu vurulan ve kesik başı sarayın surlarında teşhir edilen Abdullah bin Suud’un hatırası ile Lozan Anlaşması’ndan sonra Abdülaziz bin Suud’un “Arap memleketleri üzerindeki bütün hukukundan feragat ettiklerini işittiğim zaman çok müteessir oldum… Türkiye'nin Araplardan vazgeçmekteki maksadını bildirmenizi rica ederim” diye sitem eden mektubu arasına sıkışmış bir ilişki tarzı var. Dostluk ve husumet arasındaki gidiş gelişleri belirleyen bu parantezden çıkılamıyor çünkü güncel faktörler eksik olmuyor. 16 Ağustos 2023’te “Orta Doğu’da tutarsızlığın yüzyılı” başlıklı yazımda, ilişkilerdeki tekinsizlikte Türkiye’nin payına düşen sorumluluğu şöyle not etmiştim:
“Cumhuriyetin kuruluşunun ardından eski Osmanlı coğrafyasına işgalci ve sömürgeci güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermesini bekleyen ama gelen yardım çağrılarına el vermeyip kendi yağlarıyla kavrulmalarını salık veren bir yaklaşım izlendi. Emperyal-sömürgeci müdahalelere karşı Doğu’yu, bilhassa İran ve Afganistan’ı önemsemekle birlikte Arap işlerinden uzak duran, bir bakıma bu coğrafyaya bigâne kalan bir tercih. 1926’da İngiltere ile imzalanan Ankara Anlaşması’yla Musul’un kaybından sonra Irak ve ötesi artık Ankara’nın öncelikleri arasında yer almadı. Körfez’deki ülkeler çok daha uzaktaydı. Suudi Arabistan’a 1942’ye kadar büyükelçi bile atama gereği duyulmadı. Suriye ‘arkada bırakma’ siyasetinin en önemli istisnasıydı… 1973’deki petrol krizi Türk ekonomisini olumsuz etkilerken Araplarla ilişkiler daha da kıymete bindi. Kıbrıs için Arap desteğini arayan Türkiye, Irak, Mısır, Tunus ve Suudi Arabistan’la temasları artırdı.”
Türkiye’nin 1949’da İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olması, sömürgeciliğe karşı mücadelenin sürdüğü ülkelerden gelen çağrılara karşılık vermemesi, Süveyş Kanalı krizinde İngilizlerin çıkarlarını gözetmesi ve BM’de Cezayir’in bağımsızlığı oylanırken Fransa’dan yana durması Türk-Arap ilişkilerinde yaralar açtı. Bu fasılada konuşulacak çok şey var.
AKP iktidarı boyunca da tutarsız seyir daha da çarpıklaştı. Ciddi savrulmalar yaşandı. Yine de Erdoğan, Suudi Kralı’na “Hâdim’ül Haremeyn” diye hürmetlerini eksik etmedi. En önemli kırılma, Erdoğan’ın, Müslüman Kardeşler’i kendisi için Arap denizinde bir sörf tahtası olarak görmesiyle yaşandı. Suudiler Erdoğan’ın Arap Baharı denilen süreci bir “Osmanlı Baharı”na dönüştürmeye çalıştığını gördü ve buna göre pozisyon aldı. 2013’te Suudilerin Mısır’da Müslüman Kardeşler’i deviren popüler darbeye destek vermesi Erdoğan’da bir iç kanamaya yol açtı. Katar’la Suriye ve Libya’da Müslüman Kardeşler üzerinden vekalet savaşı ortaklığı Suud’la ilişkileri alttan alta kaynatıyordu. Selman bin Abdulaziz kral olunca Erdoğan, Müslüman Kardeşler’in artık kara kedi olmaktan çıkacağını sandı. Hatta Irak ve Suriye’de Türkiye-İran rekabeti kızışırken Erdoğan, Şii-İran karşıtı bir söylemle Suudi Arabistan’ın Yemen’deki savaşına mezhepçi çıkışlarla sözcülük etti. Yakaladığı ivmeyi bozan dönemin BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in dümen suyuna giren Muhammed bin Selman’ın veliaht prens ilan edilmesiydi. Körfez İşbirliği Konseyi’nin diğer üyeleri, Katar’ı cezalandırmak için yaptırım kararları alırken Türkiye askeri olarak üslendiği bu ülkeye kalkan oldu. Devamında Türkiye’nin yeni bir Osmanlı misyonu ile Sudan’ın Sevakin Adası'nda üs kurma girişimi Kızıldeniz havzasındaki eski korkuları diriltti. Bu arada Erdoğan, 2018’de Kaşıkçı cinayetini Muhammed bin Selman’a taht yolunu kapatmak için kullanabileceği altın bir fırsat olarak gördü. Elindeki kartlar aleyhte işledi. Erdoğan Suudilerin yakından ilgilendiği pek çok konuda çark ede ede Selam Sarayı’na kemikleri kırılmış bir lider olarak döndü.
İnişler-çıkışlar, tutarsızlıklar, “U” ve “O” dönüşleri Erdoğan siyasetinin alamet-i farikaları. Bunu görmeyen de kalmadı. Şimdi Suudilerle açtığı yeni sayfada kulüplerin Atatürk hassasiyeti dahil hiçbir gerekçeyle çizik atılmasını istemiyor. Meseleye yaklaşımında Suudi otoritesini kayırıyor.
***
Riyad kriziyle Erdoğan açığa düştü; muhalefet de Atatürkçü bir dalga yakaladı. Bu rüzgarla seçime doğru yelkenler belki biraz da şişirildi. Erdoğan da karşıdan rüzgâr devşirecek; kumpas kurdular, oyun oynadılar, Atatürk’ü istismar ettiler, Türkiye’yi zora soktular diye lafı katrana yatıracaktır. En iyi yaptığı iş.
Erdoğan’ın açmazlarını ve çelişkilerini yazıp duruyoruz. Peki muhalefet çelişkilerden münezzeh mi? Erdoğan’a çarparken ya Kürt düşmanlığına saracaklar ya da Arap nefretine! Küfrün bin türlüsü Kürtlerden sekerse Araplara çarpıyor ya da başka etnik gruplara. Kupa maçının iptali üzerine üretilen söylemler ve yapılan serzenişler bir kez daha gösterdi ki ırkçı hezeyanlardan beri bir siyaset tarzı bu ülkeye hala çok uzak.
Yeni yıla dahası ikinci yüzyıla nefret saçan, ırkçılıkta demlenen, yalanla beslenen bir toplum ve siyasetle giriyoruz. Değişmesini ümit ederek…
Gazete Duvar / 01.01.24