21’inci yüzyılda yaşanmaz demişti, dünyanın gözü önünde yaşandı…

İŞİD çetelerinin 3 Ağustos 2014 yılında Şengal’e yönelik gerçekleştirdiği soykırımın üzerinden altı yıl geçti. Yaklaşık 500 bin nüfuslu Şengal’de, soykırımdan sonra yüzbinlerce insan topraklarını terk etmek zorunda kaldı, binlercesi ise ya katledildi, ya kaçırıldı ya da göç yollarında açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdi.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 03 Ağustos 2020
  • 12:00

Êzidî Soykırımı’ndan sonra soykırımı belgeleme çalışmalarına katılan Av. Güley Bor anlatıyor:

“Yaptığım bir araştırmada bir katılımcı, ninelerinden dedelerinden önceki fermanları dinlediğini ama onların abarttığını zannettiğini, 21’inci yüzyılda yaşanmayacağını düşündüğünü söylemişti. Ama bunlar yaşandı, 2014 senesinde bütün dünyanın gözü önünde yaşandı…”

DAİŞ çetelerinin 3 Ağustos 2014 yılında Şengal’e yönelik gerçekleştirdiği soykırımın üzerinden altı yıl geçti. Yaklaşık 500 bin nüfuslu Şengal’de, soykırımdan sonra yüzbinlerce insan topraklarını terk etmek zorunda kaldı, binlercesi ise ya katledildi, ya kaçırıldı ya da göç yollarında açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdi. KDP peşmergelerinin adeta DAİŞ’in eline teslim ederek bıraktığı Şengal’de binlerce Êzidî ise DAİŞ’in eline geçmemek için Şengal dağlarında yaşamına son verdi. DAİŞ’in esir aldığı ve çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan binlerce Êzidînin ise akıbeti bilinmiyor.

Hukukçu ve Êzidî soykırımı üzerine çalışan Güley Bor ile 3 Ağustos 2014’te Şengal topraklarında yaşananları ve soykırımın akıbetine dair hukuki süreci konuştuk.

* Şengal’in IŞİD’den kurtarılmasından sonra başlayan ve sizin de yöneticiliğini üstlendiğiniz Soykırım Belgeleme Projesi’yle hem hukuki sürece katkıda bulunmak hem de soykırıma dair tanık beyanlarının yer alacağı bir arşiv oluşturmayı amaçladığınız çalışmalarda bulundunuz. Sizi bu çalışmaya yönlendiren nedenlerden bahsedebilir misiniz?

Yüksek lisans eğitimim sırasında feminist hukuk teorisine ve uluslararası ceza hukukunda toplumsal cinsiyetlendirilmiş ihlaller konusuna yoğunlaştım. Buna vesile olan da o dönem dersini aldığım bir hocamdı, kendisi de eski Yugoslavya’da gerçekleşen çatışmada cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı ihlaller üzerine çalışmıştı, Bosnalı ve Müslüman Hırvat kadınlarla beraber. Hatta ABD’de soykırım faili Radovan Karadzic’e karşı soykırım tecavüzünün de ileri sürüldüğü ve tazminat talep edildiği bir hukuk davasında hayatta kalanları temsil etmişti. Onun çalışmaları beni çok etkilemişti, bir yandan da yanı başımızda, Şengal’de yaşanan bir soykırım vardı, devam ediyordu ve halk örgütlenmişti, çok sayıda örgüt belgeleme çalışması yapıyordu. Ben de okuldan aldığım bir burs ile Duhok’ta bulunan Yazda isimli STK ile çalışmaya karar verdim ve o zamandan beri Êzidî halkının adalet mücadelesinin tanığıyım.

* Cinsel şiddetin bugüne kadar pek çok savaşta bilinçli ve sistematik olarak bir silah olarak kullanıldığını görüyoruz. Soykırımda birçok kadın kendilerine dönük cinsel suçlar nedeniyle intihar etti, tecavüze maruz kaldıkları için aileleri tarafından evlenmeye zorlandı. Yine esaretten kurtulan kadınlarla da bir arada bulundunuz.  Bu süreci araştıran bir kadın olarak oradaki kadınların ruh dünyasından, yaşadıkları travma ve dayatılan toplum baskılarına ilişkin izlenimlerinizi alabilir miyiz?

Bildiğiniz gibi 6 binden fazla Êzidî kaçırıldı. Soykırımın ilk günlerinde zorla Müslümanlaştırma ve cinsel şiddet haberleri geldikçe başta kadınlar aileleri tarafından reddedildi. Fakat Êzidîlerin dini lideri Baba Şeyh Eylül 2014’te bir karar alarak IŞİD tarafından kaçırılan erkek, kadın, çocuk herkesin saf Êzidî olduğunu beyan etti. Bunun üzerine halkın tavrı çoğunlukla değişti ve gerçekten de çok sayıda Êzidî hayatta kalan aileleri ve toplumları tarafından desteklendiğini söylüyor. Öte yandan ötekileştirme, dışlama hiç yok diyemeyiz. Pek çok hayatta kalan, aynı zamanda kendilerine “namuslarını kaybetmişler” gibi davranıldığını söylüyor. Bir hayatta kalan, halkın kendilerini kabul ettiğini ama onlara saygı duymadığını söylemişti. Buna karşılık Êzidî kadınlar hayatta kalanların toplumda kabulün yanı sıra saygı görmesi için uğraş veriyor.

“Çatışma bağlantılı cinsel şiddetin kaynağını ataerkil zihniyette aramak mümkün. Savaştan önce mevcut olan kadın düşmanı düşünceler, savaşta daha da kışkırtılıyor ve sistematik ve yaygın olarak işlenerek düşman gruba karşı silah olarak kullanılıyor.”

* “Çatışma bağlantılı cinsel suçlar” ve “Soykırım tecavüzü” tanımlamalarını açabilir miyiz? Bu tanımlamalar uluslararası hukukta nerde duruyor, bu suçlara karşı neler yapılmalı?

Çatışma bağlantılı cinsel şiddet; herhangi bir çatışma bağlamında yaşanan, askeri, psikolojik veya siyasi saikle tüm cinsiyetlerden yetişkinlere ve çocuklara karşı işlenen, tecavüz, cinsel esaret, zorla hamilelik, zorla kısırlaştırma gibi eylemler. Soykırım tecavüzü ise ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak kastıyla işlendiği sürece, tecavüz ve cinsel şiddet soykırım teşkil eder. “Soykırım tecavüzü” ilk olarak Ruanda UA Ceza Mahkemesi 1998 Akayesu kararıyla uluslararası bir mahkemece tanındı.

Bunlar çok uzun süre savaşın hoş olmayan bir yan ürünü olarak görmezden gelindi ve çeşitli ataerkil inanışlarla aklandı. Ancak çatışma bağlantılı cinsel şiddetin kaynağını ataerkil zihniyette aramak mümkün. Savaştan önce mevcut olan kadın düşmanı düşünceler, savaşta daha da kışkırtılıyor ve sistematik ve yaygın olarak işlenerek düşman gruba karşı silah olarak kullanılıyor. Kısacası bilhassa kadınların bedeni çatışan grupların savaş alanı haline geliyor. Bunun kaynağı da toplumsal cinsiyet eşitsizliği.

Özellikle Bosna ve Ruanda’dan sonra bu “hoş olmayan yan ürün” düşüncesi yavaş yavaş kırılmaya başladı. Ancak hala önleme çalışmaları çok yetersiz, bugün halen cinsel şiddet çatışmada silah olarak kullanılıyor. Bugün hala Myanmar’da, Suriye’de, Irak’ta, Kongo’da, Sudan’da bunun sıklıkla yaşandığını görüyoruz.

“Annesi babası, kardeşi, çocuğu, kuzeni kayıp insanlar, kendileri de çok sayıda ihlale maruz kalmışlar ancak kendi başlarına gelen yerine kayıp olan yakınlarının akıbetini öncelikle diriyorlar. Dolayısıyla önceliği esaret altında tutulan yakınlarını kurtarmak için gereken fidye miktarını toplamak örneğin…”

* Bir yazınızda “Adaletin tecelli edeceğine dair hiçbir inancı kalmamış bir halk arasında belgeleme faaliyeti yürütmek hiç kolay değildi” demiştiniz. Araştırmalarınızdaki zorluklardan bahsedebilir misiniz?

Şengal’de yerinden edilenlerin çoğu Duhok çevresindeki kamplarda yaşıyor, koşullar berbat, IŞİD tehlikesi yanı başında. Bu topraklarda 74 soykırıma maruz kalmış bir halk, devlete olan güvenini tamamen kaybetmiş. Her şey olup bittikten sonra da ne tek bir IŞİD’linin tutuklandığını görüyor ne Şengal’in mayınlardan temizlendiğini. Bu şartlar altında adalete hiçbir inancı kalmamış durumda, önceliği bir kere yemek, barınak, ısıtıcı. Ya da başka ülkeye gitmek istiyor çünkü kendini kesinlikle güvende hissetmiyor, dolayısıyla önceliği belki 5 yıl belki 10 yıl hiçbir sonuç çıkmayacak bir belgeleme çalışması olmuyor. Yine devam eden bir soykırımdan söz ediyoruz. Halen annesi babası, kardeşi, çocuğu, kuzeni kayıp insanlar, kendileri de çok sayıda ihlale maruz kalmışlar ancak kendi başlarına gelen yerine kayıp olan yakınlarının akıbetini önceliklendiriyorlar anlaşılır olarak. Dolayısıyla önceliği kendi maruz kaldığı ihlaller değil, önceliği esaret altında tutulan yakınlarını kurtarmak için gereken fidye miktarını toplamak örneğin. Bu nedenlerle belgelemeye de inançları yok.

* Çalışmalarınızı yürütürken Êzidî aktivistlerle de çalışmış olmalısınız. Birlikte bulunduğunuz süre içinde onların soykırımın etkisi altında yürüttükleri belgelendirme çalışmalarındaki çabalarını, duygularını anlatır mısınız? Çalışmaları ne düzeyde? İletişiminiz sürüyor mu?

Bu elbette hiç kolay bir çalışma değildi. Bir yandan hayatta kalanlar yaşadıklarını halktan biriyle konuşmak, ona anlatmak istiyor, bir yabancıyla konuşmak istemiyor. Öte yandan bu tanıklıkları dinlemek bir Êzidî için tabii ki çok daha zor. Bu nedenle üstlerinde çok büyük bir baskı var. Êzidî aktivistlerin -ki bir kısmı kendileri de çeşitli suçlardan hayatta kalanlar- yeterince destek bulabildiğini düşünmüyorum, gerçi pek çok ülke için geçerli bu, ikincil travma konusuna yeterince eğilmediğimizi düşünüyorum. İş arkadaşlarımla da dostlarımla da iletişimim hala sürüyor. Belgeleme çalışmaları, Nadia Murad’ın 2018’de Nobel Barış Ödülünü almasıyla birlikte hız kazandı. Bu çalışmalar şimdi hem adalete ilişkin süreci besliyor hem de oldukça kapsamlı bir arşive dönüşüyor.

* Êzidîlere karşı işlenen suçların failleri Irak’ta “antiterörizm” kanunu ile yargılanıyor. Ancak cinsel suçların hiçbiri bu yargılamalar kapsamında olmadı. Bu anlamda Êzidîlerin talebi soykırımın uluslararası ceza mahkemesine (UCM) taşınmasıydı. Fakat yetki sorunları ile ulusal yargıya dönüş var. Ulusal yargıda Êzidî Soykırımı yargılaması nasıl işliyor, ne aşamada?

Öncelikle Irak’ta bu suçlar şu an dediğiniz gibi soykırım olarak yargılanamıyor. Çünkü soykırım ülke kanunlarında tanınmış değil. Buna dair bir çalışma sürüyor. Öte yandan dünyadaki ilk Êzidî soykırımı yargılaması başladı, Almanya’da bir mahkemede. Almanya mahkemesi evrensel yetki kurallarına dayanarak Taha al-J isimli Irak vatandaşını soykırımın yanı sıra insan kaçakçılığı, öldürme ve işkenceden yargılıyor. Çünkü Almanya’da savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçlarında evrensel yetki kuralları geçerli. Bu da şu demek, fiiller o ülke toprağında, o ülkenin vatandaşı tarafından ya da o ülkenin vatandaşı aleyhine işlenmiş olmasa dahi Almanya mahkemeleri yargı yetkisine sahip olacak. Evrensel yetki kurallarına sahip çok ülke var, ulusal yargıda soykırım davalarının artacağını öngörüyorum.

* BM Güvenlik konseyi 2017’deki kararında bir soruşturma ekibi kurmuştu. Bu soruşturma ekibinin faaliyetlerini takip ediyor musunuz? Uluslararası hukuk düzleminde Êzidî Soykırımı nerde duruyor. Yapılan saha araştırmalarına, belgelere ve geçen bunca yıla karşın “soykırım” yargılandı mı? Yeterli mi?

Evet dosya UCM’ye gidemedi maalesef, ancak çok önemli gelişmeler yaşandı. Öncelikle dediğiniz gibi soruşturma ekibi kuruldu. Bu ekip IŞİD’in işlediği ve savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım teşkil edebilecek fiiller hakkında delil toplama ve muhafaza etme görevine devam ediyor. Bu kapsamda hem hayatta kalanlarla görüşmeler gerçekleştiriyor, hem toplu mezarların açılması ve cenazelerin kimliklerinin tespiti için çalışıyor, hem de örneğin telefon kayıtları gibi dijital delilleri inceliyor. Bir yandan da savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırımın Irak kanunlarında tanımlanması için hükümetle beraber çalışıyor. Bu suçlar tanınmadan soruşturma ekibinin topladığı delillerin kullanılabileceği bir “soykırım” yargılaması olamaz Irak’ta. Dolayısıyla hala soruşturma aşamasındayız, kovuşturmaya geçilmedi. Dünyadaki ilk Êzidî soykırımı yargılaması ise bahsettiğim gibi Frankfurt’ta, Almanya’da gerçekleşiyor ancak bu sadece bir kişi tabii, bu soykırımın hem planlayıcılarının hem de uygulayıcılarının yargılanması şart.

“Êzidîlerin güvenini kazanmak için öncelikle hesap verilebilirlik, adalet ve eşzamanlı olarak onarım sağlanmalı ki,  bu soykırımın açtığı yaralar ne kadar sarılabilirse o kadar sarılabilsin.”

* Êzidî halkında kendilerine dönük soykırımın yeniden yaşanabileceği endişesi var mı? Ya da sizce tehlike geçmiş midir? Êzidîler kendilerini ve dayatılan soykırımları dünyaya duyurdu der misiniz?

Kesinlikle duyurdular. Az önce bahsettiğimiz BMGK kararı, Nadia Murad’ın Nobel Ödülü bunun kanıtı. Çok iyi örgütlendiler, sadece hayatta kalanlar değil diaspora dahil tüm halk kolları sıvadı, örnek sayılacak bir mücadele veriyorlar. Buna rağmen soykırımın tekrarlanacağı endişesi çok yüksek, bu çok da anlaşılır, 74 soykırımdan söz ediyoruz. Aralık 2018’de yaptığım bir araştırmada bir katılımcı ninelerinden dedelerinden önceki fermanları dinlediğini, ama onların abarttığını zannettiğini ya da bunların 21’inci yüzyılda yaşanmayacağını düşündüğünü söylemişti. Ama bunlar yaşandı, 2014 senesinde bütün dünyanın gözü önünde yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor, daha dün sevgili Hale Gönültaş’ın haberi vardı, Sincan’da bir Êzidî kadın 10 ay boyunca bir IŞİD’linin evinde esir tutulmuş ve kadının ailesinin topladığı fidyeyle kurtarılmış. Başkentinde bir kadın işkence görüyor esir tutuluyor ve devletten ses seda yok. İşte hesap verilebilirlik yok, caydırıcılık yok. Êzidîlerin güvenini kazanmak için öncelikle hesap verilebilirlik, adalet ve eşzamanlı olarak onarım sağlanmalı ki, bu soykırımın açtığı yaralar ne kadar sarılabilirse o kadar sarılabilsin. Bu ikisinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Gülistan Azak – JINNEWS/ 03.08.20