1998’de Doğu Asya’da patlak veren kriz, dünya ekonomisinin “Güney” coğrafyasına yayıldı. 2001-2002’de birbirinden çok uzak iki ülkeyi (Arjantin ve Türkiye’yi) sarsarak son buldu.
Arjantin ve Türkiye bunalımlarının, iki ülkede de IMF programları sırasında başladığını hatırlatayım. Programların ağır toplumsal sonuçları halk muhalefetlerini tetikledi; iktidar değişikliklerine yol açtı. Arjantin’de Peronist hareketin sol kanadından Nestor Kirchner 2003 başındaki başkanlık seçimini kazandı. Türkiye’de ise hükümet koalisyonunu oluşturan üç partinin Kasım 2002 seçiminde parlamentodan tasfiye edildiği; AKP’nin tek parti iktidarının başladığını malûmdur.
Bu iki ülkenin ekonomik kaderleri 17 yıl sonra bir kez daha birleşti: 2018’in ilk yarısı son bulurken uluslararası finans sistemindeki gerilimler, “kırılgan yükselen piyasa ekonomileri” içinde yer alan Arjantin ve Türkiye’yi (şimdilik sadece bu iki ülkeyi) krizlere sürükledi. Arjantin IMF ile bir stand-by anlaşması imzaladı. Türkiye ise (şimdilik) Yeni Ekonomi Programı (YEP) başlığı altında IMF’siz bir IMF programı oluşturdu.
Arjantin ve Türkiye’nin 2018’deki krizleri, 2001 sonrasında bu iki ülkenin çok farklı iki ekonomik güzergâh izlemesine rağmen gerçekleşti. Bu farklı güzergâhlara göz atalım.
Finans kapitale baş kaldırma mı? Uyum mu?
Arjantin’in bunalımı 1999’da başladı; sert seyretti. IMF programına karşı işçi sınıfının etkili mücadelesi, finans kapitale baş kaldırma ile sonuçlandı. Programa son verildi. Dış borç ödemeleri önce askıya alındı; sonra alacaklıların ezici çoğunluğuyla anlaşıldı; borç yükünün üçte ikisi silindi.
Karı-koca Kirchner’lerin (Nestor ve Cristina Fernandez’in) başkanlık yıllarında (2003-2015’te), finans sermayesinin politika öğeleri açıkça reddedildi: Sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik son buldu; döviz fiyatları piyasaya, yani dalgalanmaya teslim edilmedi. Merkez bankasının bağımsızlığına son verildi; rezervleri Arjantin hazinesi’ne intikal etti. Ekonominin “dolarlaşması” frenlendi.
“Yapısal uyum” reçetelerine de itibar edilmedi; sosyal harcamalar yükseltildi. Dış açıklar son bulurken kamu açıkları yükselme eğilimi gösterdi.
Türkiye’de ise, AKP’nin en azından 2015’e kadar neoliberal programı benimsediğini defalarca yazdım. Bu programın “enflasyon hedeflemesi” reçetesinin sacayağı (özerk merkez bankası, dalgalı döviz kuru, sıkı para politikaları) sadakatle izlendi.
Bu iki (karşıt) politika yönelişinin ekonomik bilançosunu büyüme ve dış denge göstergeleri açısından tabloda karşılaştırıyorum. Dünya ekonomisinin ve sermaye hareketlerinin canlı olduğu 2003/2007 dönemi ile büyük finansal kriz ve sonrası (2008-2015) ilk iki sütunda veriliyor. On üç yılın ortalaması ise son sütunda yer alıyor.
Arjantin’in büyüme temposu ilk dönemde ve on üç yıl ortalamasında Türkiye’nin ilerisindedir. 2008 krizi ve sonrasında büyüme hızı iki ülkede de gerilemiş; Arjantin’in durgunlaşması daha sert olmuştur. 2001 artığı “çürük” Arjantin tahvillerini toplayan “akbaba yatırımcılar” son iki yılda Arjantin’e yüklenmiş; başarılı olmuş; büyüme hızındaki yavaşlamaya katkı yapmıştır.
İki ülke arasındaki çarpıcı fark, dış denge oranlarında gözleniyor. İki ekonominin yapısal farklarını bir yana bırakalım ve tabloda kapsanmayan 1998-2002 yıllarına bakalım: Arjantin ve Türkiye’de cari işlem dengeleri “ılımlı” açıklar vermekte; bu beş yılın ortalaması yüzde 1’i aşmamaktadır.
2003-2007 döneminde ise iki ülkenin dış denge göstergeleri tamamen karşıt yönlerde seyrediyor: Arjantin yüzde 9’a yaklaşan bir büyüme temposunu, milli gelire oranla yüzde 3’lük cari fazla ile hayata geçiriyor. Türkiye daha ılımlı (%7,3’lük) büyümeyi yüzde 4’ü aşkın dış açık ile gerçekleştiriyor.
Ortaya çıkan farklılaşma, ülkelerce izlenen politika karşıtlıklarında aranabilir: 2007 sonrasında Arjantin sermaye hareketlerini ve döviz kurunu denetlemiş, Türkiye ise coşkulu sermaye girişlerine açılmış; döviz kurunu da piyasa güçlerine (dalgalanmaya) teslim etmiştir.
Bank of International Settlements’in ulusal paralar (peso ve TL) için hesapladığı reel efektif döviz kurunun bu beş yılda (2003-2007’de) nasıl seyrettiğini karşılaştıralım: Sermaye hareketlerini frenleyen Arjantin’de ulusal para, beş yıl içinde reel olarak yüzde 5’i aşkın oranda değer yitirmiş; pahalılaşan döviz, dış piyasalarda rekabet gücünü desteklemiş; ekonomi cari işlem fazlası vermeye başlamıştır.
Türkiye’de 2002 sonrasında döviz hareketleri zıt yönde seyretti: Beş yılda 185 milyar dolar yabancı sermaye girdi; “ucuzlayan döviz” ortamı yerleşti; TL reel olarak yüzde 38 oranında değer kazandı. Sonucu özetleyelim: Sanayi sektöründe rekabet gücünün aşınması, kronik ve giderek tırmanan dış ticaret açıkları dönemine geçiş…
Bu yapısal bozulma kalıcı oldu; sonraki dönemlere de taşındı. 2008-2009 krizine ve FED’den kaynaklanan finansal gerilime rağmen TL hâlâ reel olarak pahalıdır; Aralık 2002’yi izleyen on üç yılda yüzde 14 değer kazanmıştır. Arjantin peso’su ise, aynı dönemde tam tersine, reel olarak yüzde 24 değer yitirmiştir.
Emperyalist sisteme kırılgan, bağımlı konumda katılmanın etkili bir yöntemini Türkiye, böylece uygulamıştır. Tablonun son sütununa göz atın: 13 yıl boyunca aşağı yukarı aynı (yüzde 4,5’lik) büyüme tempolarını gerçekleştiren bu iki ekonomiden biri (Arjantin) ortalama olarak dış dengeyi (yüzde 1 oranlık cari fazlayı) sağlayarak dönemi kapatmış; diğeri (Türkiye) ise kronik (yüzde 5’e yaklaşan) ve giderek yükselen dış açıklara mahkûm olmuştur.
Arjantin’in 2018 krizi, Kirchner’ler iktidarının sözü geçen politikalarından kaynaklanmadı. Tam tersine, dönemin sonunda finans kapital ve Arjantin burjuvazisinin ortak saldırısı sonunda iktidarı devralan Mauricio Macri’nin neoliberal fanatizminin eseri oldu.
Türkiye’de ise uluslararası sermaye hareketlerinin yavaşladığı dönem AKP iktidarını sıkıntıya sürükledi; neoliberal modele karşı “mızıkçılık” başladı.
Macri’nin ve AKP’nin 2018 krizleri
Macri, iktidara gelir gelmez “akbaba yatırımcılar” çetesinin alacaklarını ödedi; döviz kontrollerine son verdi; sermaye hareketlerine sınırsız açıldı; büyük çiftçilerin vergilerini indirdi ve kamu açıklarının finansmanında dış borçlanmaya yöneldi. Uluslararası sermaye çevrelerinin, finans basınının, IMF Başkanı Lagarde’ın iltifatlarına mazhar oldu.
Ne var ki finans kapital tahripkârdır; inşacı değil… Neoliberalizmin arızaları hızla ortaya çıktı; “iltifat” dönemi de son buldu. Döviz denetimlerinin kaldırılması ve “dalgalı kur” 2015 sonu ile haziran 2018 arasında dolar fiyatını yüzde 115 (13 peso’dan 28 peso’ya) sıçrattı. Enflasyon ve Kirchner’ler döneminde çok sınırlı tutulan dış borçlar tırmandı. Borç ödeme güçlükleri ortaya çıktı. Merkez bankası politika faizi adım adım yükseltildi; yüzde 60’a ulaştı. Net sermaye çıkışı başladı. Rezervlerdeki erime, döviz fiyatını frenleyemedi. Macri, hızla IMF’ye gitti.
Stand-by anlaşması ve IMF programı bildiğimiz öğeleri, somut hedefler belirleyerek içeriyor: 2019 sonunda kamu maliyesinde faiz dışı fazla sıfıra çekilecektir. Milli gelirin yüzde 2,6’sı oranında kemer sıkma söz konusudur. Kısılacak masraf, artırılacak vergi kalemleri tek tek belirlenmiştir. Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; rezervler eritilmeyecektir.
Ücretlerin fiyat artışını izleyemeyeceği; dolayısıyla iç talepteki çöküntünün enflasyonu ve cari açığı frenleyeceği umuluyor. Ekonominin 2018’de yüzde 2,6; sonraki yıl yüzde 1,6 oranlarında küçüleceği öngörülüyor.
IMF kredisi 57 milyar dolara çıkarıldı; 15 milyarlık ilk dilim ödendi. IMF kredilerinin tarihsel rekoru kırıldı. Toplamı, 2019 Arjantin milli gelirinin yüzde 14’üne ulaşıyor. Üç yıla yayılacak; program hedeflerinin gerçekleşmesine göre dilimler halinde ödenecektir. Ve büyük ölçüde Arjantin dış kredilerinin döndürülmesine tahsis edilecektir.
Damat Albayrak, belki de, “Arjantin oranında IMF kredisi alsak bize 100 milyar dolar düşer; bizim YEP de benzer hedefler içeriyor; niye başvurmayalım…” diye düşünmektedir.
Bu tür bir “tahayyül”, YEP’i pek fazla ciddiye almayan ve Körfez dünyasından sınırsız beklentiler içinde olduğu anlaşılan Cumhurbaşkanı’nca herhalde makbul görülmeyecektir.
soL / 27.10.18