Ankara’nın “arka kapı” yollarına başvurması krizi derinleştirdikçe derinleştiriyor. Ocak başından beri regülasyon dışı yollarla, talimatlarla ve piyasa dışı operasyonlarla hem mevduat hem kredi hem de devlet tahvili faizlerinin düşürüldüğü biliniyordu. Sonra döviz kurlarının da kamu bankaları eliyle perakende satışla düşürüldüğü, lojistiğinin de “arka kapıdan” Merkez Bankası eliyle toptan yapıldığı anlaşılınca ortaya çıkan "sahte dünya” yabancı yatırımcıları rahatsız edip kurları patlatmıştı.
Kur patlayınca, “döviz alanlar bakın sonra ne olacak size” tarzı açıklamalarla “yükümlülük altına” giren siyasetçiler de seçim öncesi yine kuru "ezmek için” harekete geçti.
Yayımladığı raporda yakın gelecekte dolar kurunun 5.90’a gidebileceğini not düşen Amerikan yatırım bankası JP Morgan’a soruşturma açılıyordu; BDDK "yayımlanan raporun yanıltıcı ve manipülatif içeriği sebebiyle finansal piyasalarda oynaklığa ve özellikle ülkemiz bankalarının itibar ve değer kaybına yol açtığı” iddiası ile inceleme başlatmıştı.
Her zamanki yöntem çalıştırılıp bankalara Ankara'dan “Londra bankalarına tek kuruş TL vermeyin” telkini yapılınca, para piyasası kanalında karşılıklı para ya da faiz takası aracı olan swap pazarında oluşan TL faizleri patlıyordu. Önce yüzde 80-90, ertesi gün yüzde 250-300, sonra da yüzde 1000-1300 gibi astronomik oranlara fırlıyordu.
Türkiye dışında TL bulmak zorlaşıyor, bulunduğunda da fiyatı (faizi) astronomik oluyordu.
Peki yabancılar neden swap işlemine ve de TL’ye ihtiyaç duyuyorlardı?
Spekülatif olanı da vardır ama, bugün onları suçlayan siyasetçilerin geçmişte çizdikleri “Türkiye hikayesine” para yatırmak için gelip Türk Lirası cinsi varlıklara; hisse senedi ya da tahvillere yatırım yapan yatırımcıların risklerini azaltma isteğinin de TL talebi yarattığı çok açıktı. Neden? TL varlığı yani hisse senedi ya da tahvilin üzerindeki fiyat ya da faiz riski yanında bir de kendileri açısından kur riski de taşıdıklarından, bu riskleri azaltmak için TL borçlanıp döviz almak istemeleri gayet normal. Hem hisse senedini ya da tahvili satıp aynı zamanda döviz satın almaları zaman senkronizasyonu açısından olanaklı değil.
Muğlak “düşman”
Ayrıca kötü bir ekonomi yönetimi nedeniyle o ülke parasının değer kaybedeceğini düşünüp bunu açığa satıp karşılığında döviz satın almak biçiminde pozisyon alınmasında da tuhaf bir durum yok. Çünkü dünyanın her tarafında piyasa dediğiniz mekanizma böyle çalışır. İyi hikâye de kötü hikâye de spekülatif beklentilerle para yapmaya ya da zarardan kaçınmaya temel oluşturur.
Nitekim JP Morgan gibi kurumların geçmişinde, döviz kurunun düşeceğine dair tahminler içeren yatırımcı raporları yazdıkları çokça vakidir.
Yabancı yatırımcı gelirken iyi de çıkarken mi kötü olmuştu?
Daha ilginç tarafı; Cumhurbaşkanı’nın bir TV programında “2019’un ilk 3 ayında dünya sermaye piyasalarından ülkemize 11 milyar dolar finansman geldi. Bu her ülkede olabilecek bir şey değil. Bu konjonktür de bu önemli bir gelişme. Tabii bunu çekemeyen o manipülatif güçlerin seçim arifesinde kalkıp da devreye girerek hem vatandaşlarımızın hem de uluslararası finans çevrelerinin algısını bozmaya çalıştıkları ortaya çıkıyor” derken, otoritelerce bu yönde soruşturma kıskacına alınan JP Morgan, 2019’un ilk iki buçuk ayında Türkiye Hazinesi tarafından 4.4 milyar dolarlık tahvil ihracında bizzat Ekonomi ve Maliye Bakanı’nın yönetimindeki Hazine’nin seçtiği üç lider bankadan biri idi. Hem döviz getirip hem de çekememişler miydi?
Ankara'daki ekonomi yönetimi döviz kurunu hızla 5.35-5.45 bandına çekmişti ama ne pahasına? Mali piyasalardaki fiyat oluşumlarını tahrip ederek, Türkiye’nin risk primini ve faizleri hızla yükselterek. TL’ye erişmek isteyen yabancı artık hisse ve tahvil satıyordu.
Tekrar soruya dönelim; ne pahasına kur burada tutuldu?
Swap işlemlerinde yabancılara olan TL akışının şu veya bu yolla bloke edilmesi, Türk Lirasının konvertibilitesine büyük hasar verdi.
İçe kapanan TL
İktisattaki "İmkânsız Üçlü” hipotezinde; bir tarafta kurların, diğer tarafta faizlerin belirlenebildiği zemin sermaye kontrolünün yapıldığı zemindir. Açık bir ekonomide kur ve faizin ikisi aynı anda kontrol edilemez. Henüz yılı dolmayan ekonomi yönetimi işte bu “deneye” girişti.
TL’nin yabancı bankalara borç verilmesine örtülü biçimde kısıt ya da yasak konması “örtülü sermaye kontrolü” anlamına gelir.
Konvertibilitenin temel koşulu da ulusal paranızın serbestçe başka paralara çevrilebilir olmasıdır. Kamusal sınırlamalar olmadan başka bir ülkenin parasına karşı kolayca alınıp satılabilen para konvertibl paradır. Likit olması da konvertibilitenin temelidir.
İşte Türk Lirası’nın son üç ayda başına gelenler:
1. Hem serbest dalgalanma özelliği hem de konvertibilite özelliği ağır hasar almıştır.
2. Swap pazarındaki bu kısıtlama ve örtülü yasaklarla, içeride TL kredilerin önemli kaynaklarından olan bu pazarın artık eskisi gibi Türkiye’ye kaynak yaratma ve akışında belirgin işlevi olamayacaktır.
3. Astronomik swap faizleri spot pazarda yani bugünkü pazarda döviz kurunu düşürse de vadeli pazardaki ileri dönük tarihler için dövizin TL değeri astronomik pahalı hale gelmiştir.
4. Yurtdışı ile yurtiçi fiyatlamada farklılıklar ortaya çıkmıştır; swap faizlerinin gevşemesi halinde doların spot pazar fiyatı yükselecektir.
5. “Milli parayla ticaret” artık orta vade için bile tamamen hayal ötesidir. Milli parası üzerine yabancılara borç verme kısıtları koyan ülkenin parası ile kimse ticaret yapmaz.
6. Likidite ve konvertibilitesi hasar gören paranın, yatırım endekslerinde ağırlık kaybı veya tamamen çıkarılması ile benchmark kriterli yatırım portföylerinde Türk Lirası varlıklara daha da satış getirebilecektir.
Sonuç şu: Açık bir ekonomide, sermaye hareketleri serbest iken, kur rejimi de dalgalı kur rejimi iken tüm bunları tersine çevirecek adımların bir de “arka kapı” yöntemleri ile yapılması Türkiye’yi 30 yıl geriye sürükleyen bir akıma bıraktı. Hasar büyük. Seçime “düşürülmüş kurla” giriliyor olacak belki ama faturası seçim sonrasında ödenecek. Durgunluğu ve krizi derinleştirecek.
DW Türkçe / 28.03.19