Başlık abartılı oldu ama gerçeklikten çok uzak değil. Muhafazakâr akademisyenlerin, yazarların yorumlarında bile benzer ifadelere, son haftalarda sıkça rastlamak olanaklı. Örneğin Neo-Con akımın önde gelen yazarlarından Robert Kagan, geçen ay, Washington Post’taki bir yazısına “Faşizm Amerika’ya işte böyle gelir”başlığını koymuştu.
Gerçekten de Trump’ı klasik anlamda, parti, hareket bağlamında faşist olarak nitelemek kolay değil. Ancak, ABD’de yapının durumuna bakınca, Almanya’da 1930’larda faşizmi hazırlayan konjonktürün hemen tüm bileşenlerini bulmak olanaklı.
Nostalji ve melankoli
ABD egemen ideolojisinin temel direğini, “dünyanın en önemli, en güçlü, enbüyük, en zengin, en müreffeh, teknolojide en ileri, tanrının, özel misyon verdiği ülke” inancı oluşturuyor. Ancak, insanların içinde yaşadıkları realite bu inancı desteklemekten giderek uzaklaşıyor.
ABD ekonomisi on yıldır durgunlukla resesyon sınırında sürünüyor. Üretkenlik artmıyor, hatta son verilere göre 30 yıldır ilk kez düşüyor. Ekonominin istihdam yaratma kapasitesi 2010’dan bu yana en düşük düzeye gerilemiş (Financial Times). Hane başına ortalama yıllık gelir 1990’dan bu yana 5000 dolar, varlıkların ise yüzde otuzu düşmüş, hane halkının, hanelerin yüzde 75’i aşırı borçlanmış durumda (Der Spiegel). İşsizlik oranındaki düşüşler, büyük oranda, umudunu keserek iş aramaktan vazgeçenlerden kaynaklandığından kimseyi sevindiremiyor. Borç yükü ve güvencesizlik ise gerginlik ve umutsuzluk kaynağı oluyor.
S&P 500 şirketlerinin, net gelirlerinin yüzde 95’ini, yıllık 1 trilyon doları yatırım yapmakta değil kendi hisselerini almakta, temettü dağıtmaya harcaması (Time) sermayenin de Amerikan ekonomisine güvenini kaybettiğini gösteriyor. Bu kriz resmini, gelir dağılımı hızla bozulurken Stiglitz’in dikkat çektiği gibi, tekelleşme eğiliminin son yıllarda hızlanması (Project Syndicat) dolayısıyla, kapitalist sınıfın en tepesinin iyice daralması olgusu tamamlıyor.
ABD’nin en güçlü ülke olma inancı 11 Eylül’de sarsılmıştı, Afganistan ve Irak savaşlarındaki başarısızlıklar, bu sarsıntıyı destekledi. Şimdilerde The National Interest gibi dergilerde yoğun biçimde tartışılan diğer gelişme de bu sarsıntıyı derinleştiriyor: Rusya ve Çin askeri açıdan artık ABD’nin gerisinden gelmiyor, amiralMike Darrah’in deyimiyle bazı alanlarda öne geçmeye başlıyor. Çin, kalkınma kredileri alanında birinci ülke oluyor, Ar&Ge alanında Batı ile arasındaki farkı hızla kapatıyor.
Tüm bunlar, Amerikan işçi sınıfında ama özellikle orta sınıfında, bir kayıp duygusu, geleceğe ilişkin kötümserlik, geçmişe özlem, nostalji ve melankoli yaratıyor.
Demagoji ve kitle ruhu
Trump da tam bu psikolojiye hitap ediyor; söylevlerinde, konuşmalarında“Amerika’yı yeniden en büyük yapacağım” diyor. Böylece, geride kaldığı kabul edilen kaybedilmiş bir büyüklüğü yeniden kazanmayı vaat ediyor. Trump’ın konuşmalarında, bunu nasıl yapacağına ilişkin, somut bir önerilye, tutarlı bir söyleme rastlanmıyor. Trump, biteviye mesajını tekrarlıyor, “büyüklüğü” kaybetmenin sorumlusu olarak, içeriği sürekli değişen bir “ötekini” (göçmen, sığınmacı, seçkinler vb.) öfkeli, lümpen, maço bir dil kullanarak suçluyor.
Son haftalarda Trump’ın her toplantısında taraftarlarına sağ ellerini kaldırarak kendisine sadakat yemini ettiriyor olması da Nazi partisinin lidere sadakat yeminlerini anımsatıyor. Bu toplantılarda giderek artan oranda gündeme, kendisiyle aynı görüşte olmayanlara yönelik hakaretler ve fiziki şiddet tehditlerinin gelmesi de ayrıca dikkat çekiyor. Tüm bunlar zamanın koridorlarında, faşizmin ayak sesleri olarak yankılanıyor.
Cumhuriyet / 06.06.16