AKP iktidarı, yeni yönetime ağır ekonomik sorunlar devretmektedir.
“Hangi yeni yönetim?” sorusuna kısa yanıt şudur: Anayasa değişikliği ile 24 Haziran sonuçları, parlamenter düzeni tarihe karıştırmıştır. Cumhuriyet kurumlarının topluca dönüştürmeyi hedefleyen bir rejim değişikliği sürecindeyiz.Bazıları, “otoriter, popülist yönetim” terimlerini kullanıyorlar. Bana göre, İslamcı faşizm en doğrusudur.
Yeni rejime ekonomik köstekler
Hedeflenen dönüşümün önünde hâlâ önemli engeller var. Yeni iktidarın kurumlaşması, yerleşmesi gerek. Bu güçlüklere iktisadî engeller de eklenmektedir: Küçülmeye başlayan bir ekonomi ve sert bir finansal kriz olasılığı…
Bu ekonomik güçlüklere belirleyici katkı yapmış olan Cumhurbaşkanı bugün ciddi bir açmazla karşı karşıyadır: Ülke üzerindeki iktidarını paylaşmamak için Mart 2019 belediye seçimlerini de kazanmalıdır. Bu nedenle ve mümkünse ekonomik küçülme ertelenmeli; o tarihe kadar finansal kriz patlak vermemelidir.
Küçülen bir ekonominin yarattığı siyasî güçlükleri, Cumhurbaşkanı bizzat yaşadı: Türkiye ekonomisi 2008’in sonlarında uluslararası bunalımın etkisi altında küçülmeye başladı. Finansal bir kriz patlak vermedi; ama milli gelir Ocak-Mart 2009’de yüzde 14,7 oranında düştü. Mart 2009 yerel seçimlerinde de AKP’nin Türkiye oy toplamı yüzde 38’e düştü. Küçülen ekonominin siyasî maliyeti, 2007 genel seçimlerine göre 4 puanlık oy kaybı oldu.
On yıl sonra Mart 2019’da benzer bir kayıp göze alınamaz.
Ekonominin küçülme eğilimi bir yana, Türkiye’nin bir finansal kriz olasılığıyla karşı karşıya olduğu yerli-yabancı iktisatçılar tarafından vurgulanmaktadır.
Bu olasılık daha da korkutucudur. Zira, Cumhurbaşkanı, kendisine iktidar kapısını aralayan bir başka finansal krizi (2001 bunalımını) hatırlamalıdır. O ağır krizin tetiklediği seçmen tepkileri, TBMM’deki üç koalisyon partisini (ve bunların bir benzeri olan DYP’yi) 2002’de parlamento dışına atmıştı. Parlamento dışındaki iki partiden biri olan CHP de IMF programını açıkça benimsemiş; programın mimarı Kemal Derviş’i partisine almıştı. Halk muhalefetini temsil etmeyi üstlenen AKP’ye tek parti iktidarı böylece armağan edilmişti.
Cumhurbaşkanı, finansal krizlerin iktidarlara yansıyan ağır siyasî maliyetini bilmektedir.
Ekonomik küçülme ve finansal krizin ön-belirtileri… Gözden geçirelim.
Ekonomik küçülme işaretleri
Türkiye ekonomisi 2018’e büyüme ivmesi içinde girdi. Ocak-Mart 2018’de milli gelir yüzde 7’yi, sanayi üretimi yüzde 9’u, toplam istihdam yüzde 4’ü aşan tempolarda büyüdü; işsizlik oranı on iki ay öncesine göre 2 puan (%12,7 → %10,7) düştü.
Bu olumlu gelişmelerin “kendiliğinden” değil, iktidar politikalarından kaynaklandığını da biliyoruz. Hükümet, 2017’de tipik bir seçim ekonomisine girdi; darbe girişiminin ekonomiyi daraltıcı etkilerini kamu harcamalarını, teşvikleri, vergi indirimlerini ve KGF destekli banka kredileri pompalayarak aşmaya çalıştı ve (istatistiklerin gösterdiği gibi) başarılı da oldu.
Peki, küçülme nerede? Yanıt, ekonominin büyüme sınırları ile ilgilidir. Üretim kapasitesinin zorlanması, ekonominin yapısal dengesizliklerini fazlasıyla bozmuş; büyüme ivmesini tıkamıştır. Dahası, Nisan’dan itibaren bazı sektörlerde üretim gerilemesi başlamıştır.
Bir gösterge aktarayım: Londra kökenli bir kuruluş (IHS Markit), çeşitli ülkelerde imalat sanayi kolunun büyüme / daralma eğilimini gösteren bir endeks inşa ediyor. PMI (“purchasing manager index”) adı verilen bu endeks Türkiye’de İstanbul Sanayi Odası ile ortaklaşa hesaplanmaktadır. Hesaplama, işletmelerin, üretim, sipariş, işçi sayısı, stok hareketleri gibi verilere dayanmakta; ülke endeksi 50’nin üzerinde ise, sanayide büyüme, daha düşük değerler ise küçülme eğiliminin geçerli olduğu belirlenmektedir.
Ocak-Mart Türkiye PMI ortalaması 54,4’tür. Yani, 2018’in ilk üç ayında sanayi büyüme eğilimi içindedir. Bu bilgi aktardığım diğer istatistiklerle uyumludur. Bu ortalamayı, Nisan ve Mayıs PMI değerleriyle karşılaştıralım: 54,4→ 48,9 → 46,4… Buna göre, sanayi Nisan ve Mayıs’ta daralma eğilimine girmiştir; “iniş” ivmesi de hızlanmaktadır.
Sanayi, ileri ve geri bağlantıları ile ekonominin ve millî gelirin sürükleyici sektörüdür. Sektördeki daralmanın tüm ekonomiye yansıması kaçınılmazdır. Yakında TÜİK’in istatistiklerinde de gözleyeceğiz.
Nisan ve Mayıs’ta hükümetin seçim ekonomisini yeni teşvik, af, vergi indirimleri ve transferlerle sürdürdüğünü biliyoruz. Nisan-Mayıs PMI endeksleri bu önlemlerin sanayi üretimine yansımadığını ortaya koyuyor. Büyüme sınırlarına toslayan malî/parasal genişleme nereye yansır? Hızlanan enflasyona (Mayıs’ta %12,2’ye); büyüyen cari açığa (Nisan’da 12 ay toplamı olarak 57,1 milyar dolara)…
Dışsal kırılganlıklar ağırlaşıyor
Türkiye’nin bazı dışsal kırılganlıklarının 2016 ile 2018 arasındaki seyri tabloda özetleniyor. Bu dönemde tablodaki göstergeler kesintisiz olarak bozulmuştur. Artan kırılganlıkların algılanması, uluslararası ortamdaki olumsuzluklar ile birleşince, Türkiye’ye dönük sermaye akımları yavaşlamakta; döviz fiyatları, tahvil faizleri tırmanmaktadır.
Finansal kriz olasılığı bu olguların sonunda doğmuştur.
Tabloda ortaya çıkan durumu özetleyelim:
- Türkiye’nin cari işlem açığı büyük “yükselen piyasa ekonomileri” içinde rekor düzeydedir.
- Dış borç stokunun millî gelire oranı kritik yüzde 50 eşiğini aşmıştır.
- Borçların bileşiminde özel sektörün (bankaların, şirketlerin) ve kısa vadeli dış borçların payı tırmanmaktadır.
- Şirketlerin döviz varlıkları ile döviz yükümlülükleri arasındaki makas kesintisiz açılmaktadır.
- Bir kriz ortamında ülkenin dış yükümlülüklerini karşılayacak ana güvence olan TCMB döviz rezervleri kısa vadeli borçların altındadır ve bu yetersizlik (kısa vadeli borç /rezerv oranı) giderek ağırlaşmıştır.
- 12 ayın dış finansman gereksinimi, mutlak ve göreli olarak ağırlaşmaktadır.
- Kamu dengesi de bozulmaktadır; ama dış dengelerdeki bozulma öne çıkmaktadır.
Tabloda yer almayan bir bilgiyi de ekleyeyim: TCMB’nin brüt döviz rezervleri, Ocak 2018 ile 15 Haziran 2018 arasında 11,1 milyar dolar erimiş; 78,9 milyar dolara inmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, Merkez Bankası beş buçuk ayda net rezervlerinin üçte birini piyasaya sürerek döviz fiyatlarını frenlemeye; seçim arifesinde iktidara destek vermeye çalışmıştır.
Bu bilgiler ve benzerleri, Türkiye ekonomisinin dış yükümlülüklerinde tıkanma olasılığını finans çevrelerinin gündemine getirmiştir. Mayıs’ta Cumhurbaşkanı’nın Londra konuşmaları kötümser öngörüleri daha da ağırlaştırmıştır.
Saray’ın güç ekonomik seçenekleri
Kamu açıkları artmaktadır; ama esas sorun özel sektörün artan dış yükümlülüklerinden gelmektedir. Bu durumu ağırlaştıran bir bağımlılık olgusu daha var: Ekonomi, (2008-2009’da gözlendiği gibi), küçülürken dahi cari açık vermektedir.
Finans çevrelerinin reçetesi çeşitli kanallardan (örneğin IMF’nin Nisan Türkiye Raporu’ndan) iktidara iletilmiştir: Sert bir iç talep daraltma operasyonu ile cari işlem açığı aşağı (giderek sıfıra) çekilmelidir. Özel talep, faiz oranları yukarı çekilerek; kamu sektörü talebi ise malî kemer sıkma ile gerçekleşir.
Enflasyon yapay olarak bastırılmıştır; Temmuz’da yüzde 20 eşiğini geçmesi beklenir. TCMB’nin politika faizi bu eşiği aşmalıdır. Politika faizi → mevduat faizi → kredi faizi halkaları işleyecek; kredi faiz oranları (diyelim yüzde 35’lere) sıçrayacaktır.
Devlet harcamalarında milli gelirin yüzde 2’si oranında daralma öneriliyor. Bu daralma, millî gelire çok daha sert bir boyutta yansıyacaktır. “Malî disiplin” reçetesinin bölüşüm yükü emek gelirlerine yansıyacaktır. Dahası da var: Cumhurbaşkanı için hayatî öncelik taşıyan kamu-özel ortaklığı (KÖO) yatırımlarının finansman biçiminin kamu maliyesine yasıma boyutları da mercek altındadır. Bu konuda tespit ve uyarılar IMF Raporu’nda ve doğrudan doğruya mega-projeleri hedef gösteren 7 Haziran tarihli bir Financial Times makalesinde yer alıyor.
Döviz kurları dalgalanmaya bırakılacak; ekonomi yeni bir dengeye ulaşacaktır. Bu “yeni denge”nin, Türkiye ekonomisinin 2018’in son çeyreğini ve 2009’un tümünü kapsayan bir küçülme süreci sonunda yerleşmesi beklenir. Artan işsizlik, düşen ücretler, zincirleme iflaslar doğal uzantılardır.
Bu uyum sürecinin bir IMF programı ile gerçekleşmesi yeğlenir. Küçülen ekonominin cari açığı eritmesi beklenir. O zaman programın çeşitli aşamalarına bağlanan IMF kredi dilimleri, ekonominin dış yükümlülüklerinin (banka alacaklarının) karşılanmasına tahsis edilir. Batık şirketlerin dış bankalara borçları da devletin borçlarına (IMF kredilerine) dönüşmüş olur.
Saray, bu tür bir programı Mart 2019 seçimlerinden önce sineye çeker mi? Direnme, hızlı sermaye çıkışlarını tetikleyecek; döviz borçlusu şirketler batacak; yerli bankaları sürükleyecek; finansal kriz hızla, sert boyutta patlak verecektir.
Saray, hükümete Mehmet Şimşek’i alırsa finans kapitale teslimiyet sinyali verilmiş olur. Geçici iyimserliğin kalıcı olması için IMF programı yararlıdır. O zaman finansal kriz içermeden küçülen bir ekonominin seçimlere yansıma riski göze alınmış olacaktır.
Belki de göze alınabilir. OHAL ortamı kayyum yönetimine devredilen belediye örnekleriyle doludur. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin muhalefete geçmesi gibi bir “yamukluk” dahi, aynı yöntemlerle niçin düzeltilemesin? Finans sermayesi demokrasi tutkunu değildir.
Mega-projeler askıya alınacak mı? Müteahhit-inşaatçı sermayeyi ihya eden yatırımlar, düzenekler frenlenebilecek mi? Türkiye gibi bir ekonominin yaratabileceği servet rantlarının, vurgun-avanta düzeninin sınırına gelindiği (“bu kadarına da şükür” denilerek) algılanacak mı? Sınırsız rant hırsı frenlenebilecek mi?
İslamcı faşizmin emperyalizme teslimiyeti kaçınılmazdır.
İşin özüne de gelelim: Patlak veren bunalım, emperyalizm-finans kapital-kapkaççı Türkiye burjuvazisi ve AKP iktidarının ittifakının ürünüdür. Faiz lobisi gibi sahte söylemler, ittifaktan kopma anlamına gelmez; işbirliği çeşitli biçimlerde devam edecektir.
Bu ittifakı teşhir etmeyen kriz çözümlemeleri yanlış kalır; onu temelden reddetmeyen ekonomik seçenekler ise emperyalizmin ekonomik tahakkümüne teslimiyettir; o kadar..
soL / 29.06.18