Kadıköy’de geçen hafta bir polis, bildik “Alın bunu alın bunu” nidalarıyla TİP milletvekili Ahmet Şık’ın koluna yapışmaya yeltendiğinde ne yaptığını iyi biliyordu: Sokak yasaktı, sokakta eylem yasaktı, eylemciler milletvekili de olsa kolundan tutulup alınacak bir “bu” olmanın ötesinde kıymete sahip değildi. Ahmet Şık’a yeltenen polise ilk müdahaleyi HDP milletvekili Ali Kenanoğlu yaptı, “Ne yapıyorsun? O milletvekili?” Partisinden binlerce kişi hapiste tutulan Kenanoğlu, artık milletvekilinin milletvekili olarak görülmediğini, çünkü zaten yurttaşın yurttaş olarak görülmediğini bilmeyecek biri değil, ama müdahalesi bu kanıksatılmak istenen “gerçekliği” kabul etmeyen ve hep birlikte o eylemde olmalarını sağlayan siyasal direnişin olağan bir refleksiydi.
Siyaseti ölüm olan mezarlığı adres verir
Ardından, “sosyal medya”larda saldırılar başladı Ahmet Şık’a; konuşmuş, “katil devlet” demiş, bu devleti yıkıp hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına dayalı yeni bir sistem kurma daveti yapmıştı. Devlet kutsaldı ya, ona suçlarını hatırlatmak bile haşa büyük suçtu ya, ne yıkması iyice tahkim edilmesi gerekliydi ya, tahkim için cezaevinden eski ülkü arkadaşları bile tahliye edilmişti ya, iktidarın küçük ortağı Devlet Bahçeli sahne aldı. Adresi hemen gösterdi: Mezarlık.
Bu devleti yönetenlerin mezarlık takıntısı malum, kimilerini alenen öldürür ama mezar yerlerini gizler, kimilerini gizlice öldürür ve bir mezar yeri bile vermez, kimi zaman mezarlık bombalamak için uçak kaldırır, kimi zaman paramiliter grupları cenaze törenine yönlendirir, mezardan naaş çıkarttırıp sonra da eylemcilerle fotoğraf verir…
Mezarlıktan söz etme, güdülen siyasetin bir tür ölüm siyaseti olduğunun tekraren ilanıydı en özetle. Bahçeli’nin sözleri bir siyasal konuşmadan çok, ultra sağ aktivist başbuğ nutkuydu: “Devlet katil olsa mezarlıkta olurdun.” Şablon çok bilindik: Açlık olsa tok olmazdın. Soykırımcı olsak Ermeni kalmazdı. Diktatör olsa konuşamazdın.
Yeni dine göre iki temel günah
Ahmet Şık’ın iki günahı var. Türkiye’yi hakimiyet altında tutmaya çalışan anlayışa göre sokağa çıkmak ve etkili biçimde konuşmak yasak. “Günah işleme hakkı” sadece iktidarla ortak işler için var, yoksa “sokak” ve “söz” en büyük günahlar, en hukuk dışı konumlar.
Bugün “sokak” mevcut iktidar için hukuk dışılığı ifade ediyorsa aslında sokakların birleşme yeri olan meydan ve meydanın da kurumsallaşmış hali olan meclisin hukuk dışılığı olarak görüldüğü içindir. Sokaksız, meydansız ve parlamentosuz bir “cumhuriyet” bu. Sokak, agoraya ve parlamentoya gidilen ve gelinen yer olmakla kalmaz sadece ikisini tanımlayan özellikleri kendi içinde de taşır. Sokağın yasaklanması, aslında sadece seyahat hak ve özgürlüğünü değil konuşma ve katılma hak ve özgürlüklerini de yasaklamak demektir. Sokağın yasaklandığı yerdeki meydan sadece mimari dekoratif açıdan meydan olabilir, siyasi açıdan meydan değildir; insani açıdan hiç değildir; siyaset meydanı, yani idam seyirlik yeri değilse tabii.
Saray ve Gezi eylemleri
Sokağın yasak olduğu yerde meydan ve parlamento yoksa ne vardır? Kestirmeden söyleyelim: Saray. Saraylar, meydanlara hükmederler, hem mimari olarak hem de siyasal olarak. Bunun tersi meydanların saraylara hükmetmesi değil fakat meydanların sarayları gölge etmekten çıkarmasıdır. İstanbul Taksim Meydanı’nda “Topçu kışlası”nı hem de “tarihi eser olarak” yeniden yapma arzusu, meydana hükmetme siyasetinin mimari bir ifadesiydi, ona itirazlar, yani Gezi eylemleri de meydanların hükmedilen alanlar olmaktan çıkması içindi. Gezi, ne mevcut hükümetin bilinen bir siyasal yapı üzerinden el değiştirmesini amaçlayan bir parti, hareket ya da öbeğin işiydi ne de mevcut hükümetin belli bazı söz, işlem ya da eylemlerine protesto olmakla sınırlıydı. Esasen bütün bunların ötesinde, siyasal açıdan daha temel, antropolojik diyebileceğimiz kadar temel bir gelişmeye yönelik itirazdı; sokağın ve sözün günden güne yok edilmesine itiraz. Meydanın, yani agoranın yani parlamentonun saray yani diktatörlük arayışı karşısında meydan olmaktan çıkarılmasına itirazdı.
Sokağa mutlak hakimiyet
Bugün sokak yoksa, iktidar sokağı mutlak hakimiyet altında tutmak için bekçisinden özel timine ve çeşitli (Gezi zamanında zuhur eden palalı milisler gibi) paramiliter yapılara kadar tüm elemanlarıyla sürekli gözetim ve denetimdeyse, parlamentoya giden yolları o yolların her adımındaki parlamenter fikri tamamen yok etmek, akıllardan çıkarmak içindir. Fakat bizzat bu seferberlik hali, sokağın ve meydanın önemini hatırlatıp duruyor her an. İşte Ahmet Şık’ın son söyledikleri etrafında fırtına koparmanın ve mezarlığı adres göstermenin maksadı, Şık’ın sözlerinin bu mutlak hakimiyet çabalarını tersine çevirmeye yönelik arzuyu ve iradeyi canlı tutma kapasitesidir. Kadıköy’deki eylemde Şık’ın partisi TİP’in yanı sıra, Ali Kenanoğlu’nun partisi HDP, EMEP, TÖP ve Halkevleri vardı, hep birlikte sokağı sokak, meydanı meydan ve parlamentoyu parlamento yapacak adımı atıyorlardı, benzer her eylemde olduğu gibi.
Kapatma davası bir dava mıdır?
Ahmet Şık konuşuluyor diye Ahmet Şık yazdık, yoksa Ömer Faruk Gergerlioğlu ya da Selahattin Demirtaş ve HDP’nin mapuslarda tutulan binlerce siyasetçisi için de aynı şeyler geçerli. HDP’yi kapatma talebini içeren iddianamenin reddedilen ilk versiyonunda artık yaşamayan kişilere bile siyaset yasağı talep edilmesi, basit bir özensizlik değil sokağı ve sözü yasaklama hırsının ancak bu türden bir hukuk üretmesindendi; hukuku yok eden hukuk, anti-hukuk. Kapatma talebini içeren iddianemeyi yeniden hazırlayan başsavcılığın, “Elimizden geleni yaptık” sözü, Ahmet Şık’ı almaya çalışan polisin hareketinin ve mezarlıktan söz eden siyasetçinin sözlerinin farklı kelimelerle ifade edilişinden ibaret. Yoksa ortada bir dava yok, çünkü bir davayı dava yapacak hukuk yok.
Ellerinden geleni yapıyorlar. Hal böyleyken Ahmet Şık’ta eleştirilecek şeyler arayan, HDP’ye akıl öğretmeye yeltenen muhalefet ne yapmış oluyor? Sokağı ve meydanı olmayan saray siyasetinde hükmetme sırasının kendisine gelmesini mi? E o siyaset alır, denizi bile aldı, ama vermez.
Gazete Duvar / 11.06.21