Türkiye’de dinsel gericilik

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 04 Temmuz 2013
  • 07:47

(18 Aralık 2011 tarihli konferansın başlıktaki konuya ilişkin özel bölümüdür. TKİP IV. Kongresi’ne çalışma materyali olarak sunulmuştur…)

Bugünün Türkiye’sinde dinci gerici akımların koalisyonuna dayalı bir iktidar gerçeği ile yüzyüzeyiz. Hükümet olmakla işe başladılar ve gelinen yerde devleti de önemli ölçüde ele geçirmiş durumdalar. Orduyu hizaya getirdiler, devletin öteki kurumlarını büyük ölçüde ele geçirdiler ve her yeni gün yeni bir alanı ele geçirmek üzere de hamle üzerine hamle yapıyorlar. Şike yasasından tutunuz da bu Rayting ölçme örgütlerine yapılan operasyona kadar, bunların hepsi yeni yeni mevziler ele geçirmeye yönelik girişimler. Ellerinden gelse ele geçirmedik yer bırakmayacaklar.

 

Devrime karşı dalgakıran

Dinsel gericiliğin siyasal bir güç olarak toplumda bu kadar öne çıkmasını ve etkin olmasını tarihsel bir bakışla ele almak, bu olgunun tarihi köklerine ve zaman içindeki evrimine bakmak durumundayız. Bugün bir Fethullah Gülen fenomeni, onun adıyla anılan bir gericilik odağı ile karşı karşıyayız örneğin. AKP hükümeti ama yanısıra “Cemaat” diyoruz. Zira sözkonusu olan gerçekte bir koalisyon, bir parti ile bir cemaatin koalisyonu. Tayyip Erdoğan partisi ile Fethullah Gülen cemaati arasında bir koalisyon.

Peki kim bu Fethullah Gülen? 1960’larda Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin başındaki adam. Nedir Komünizmle Mücadele Derneği? 1960’lar Türkiye’sindeki büyük sosyal uyanışa karşı alınacak önlemler kapsamında Amerikan emperyalizminin tavsiyeleri üzerine yaratılan karşı-devrimci organizasyonlardan biri. ‘60’lı yılların başında CIA uzmanları Türkiye’de incelemeler yapıyorlar ve gelişmekte olan sosyal uyanışa dikkat çekerek, öteki önlemler yanında dinin siyaseten etkin bir biçimde kullanılmasını Türkiye’yi yönetenlere önemle tavsiye ediyorlar. Komünizmle Mücadele Dernekleri de buna yönelik adımlar kapsamında gündeme geliyor. Doğrudan CIA tarafından finanse edilen kontrgerilla hizmetinde bir organizasyon olarak. Fethullah Gülen ve Cemaat gerçeğini tam olarak anlayabilmek için bu temel gerçeği de önemle gözönünde bulundurmak gerekir.

Evet, ‘60’lar Türkiye’sinde kendini günden güne hissettiren bir sosyal uyanış var. 31 Aralık 1961’de Saraçhane’de büyük bir işçi mitingi var örneğin, grev hakkı için. Bu mitinge katılım konusunda değişik rakamlar var, sık tekrarlananı 250 bindir. Bunu Türkiye işçi sınıfının o günkü sayısal durumu ile birlikte düşüneceksiniz. Bu, Türkiye işçi sınıfının kendi istemleri üzerinden sınıf olarak sahneye çıkışıdır. Salt sendika hakkı değil, fakat grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı için 250 bin işçinin o günün ölçüleriyle dev bir kitle olarak bir araya gelmesi ve böyle bir talepte bulunması, temel önemde bir sosyal uyanış belirtisidir.

1963 yılında Kavel Kablo’da fiili bir grev var, büyük yankılar yaratan. Bu direniş, bu fiili grev, Türkiye’de grev hakkının sökülüp alınmasında bir dönüm noktasıdır. Soluklu bir direniştir, aylarca sürmüştür. Sonuçta bunun ardından grev hakkı yasalaşmıştır. Grev hakkının çalışma bakanı Ecevit sayesinde yasalaştığı boş bir efsanedir. Grev hakkı gerçekte Saraçhane Mitingi’yle başlayan, Kavel grevinden geçen süreçlerle koparılıp kazanılmıştır. Dönemin çalışma bakanı olarak Ecevit’e düşense, bunun biçimsel yasal gereklerini yerine getirmek olmuştur.

1965 yılında Zonguldak’ta büyük bir işçi direnişi var, iki işçinin ölümü ile sonuçlanan... Bu büyük işçi direnişine karşı paraşütçü birlikleri üzerinden hava kuvvetleri bile harekete geçiriliyor. Zonguldak askeri bölge ilan ediliyor, sıkıyönetim uygulamasına geçiliyor. İşçi sınıfının ortaya koyduğu büyük mücadele potansiyeline örnekler olarak veriyorum bunları. Ortada daha henüz ne sol hareket var, ne de bildiğimiz şekliyle Türkiye İşçi Partisi. Türkiye İşçi Partisi’nin sola açılması 1962 yılında Mehmet Ali Aybar ve sol aydınların partiye katılımı ile başlamıştır. Ama gene de Türkiye İşçi Partisi adımının kendisini bile Türkiye’deki sosyal uyanışın temel önemde bir işaretidir. Bir kısmı ilerici ve daha sonra DİSK kurucusu bir grup sendikacının işçi sınıfı adına bir parti kurmaya girişmeleri bile başlı başına önemli bir olaydır. Bu sınıf adına siyasi yaşama bir taraf olarak katılım eğiliminin bir yansımasıdır.

Demek istiyorum ki, Amerikan uzmanları işte böyle verilerden hareketle, ciddi bir dinsel siyasal akımın şekillendirilmesinin Türkiye için bir ihtiyaç olduğunu saptıyorlar ve ülkeyi yönetenlere tavsiye ediyorlar. Komünizme Karşı Mücadele Derneklerinden tutunuz da Menderes döneminde zaten oy depoları olarak siyasi yaşama etkin bir katılım gösteren tarikat ve cemaatlerin önünün hepten açılmasına kadar dinsel gericiliğin bu harekete geçirilişi, kurulu düzenin sosyal uyanışa ve sola karşı karşı-devrimci bir önlemdir. Her biçimiyle örgütlü dinci gericilik devrimci gelişme tehlikesine karşı bir dalga kıran olarak harekete geçirilmiştir, olayın tarihsel ve politik anlamı budur.

Dinsel gericiliğin Türkiye’de politik bir iddia ile sahneye çıkışının kökeninde, Amerikan emperyalizminin hizmetinde devrimci kanı dökmek var. 1969’daki Kanlı Pazar olayı bunun bir örneğidir. Saldırı çağrısını yapanlardan biri Mehmet Şevki Eygi’dir; bu sicilli gerici bugün hala da bir yazar olarak etkindir, islamci camiada önemli bir adamdır. Sopalı bıçaklı dinci güruh, Amerikan emperyalizmine karşı yapılan büyük kitlesel gösteriyi kana buladı, iki ilerici insanı bıçaklayarak öldürdü. 1963’te kurulan ve 1965’ten itibaren hızla çoğalan Komünizme Karşı Mücadele Derneklerinin temel misyonu budur, Amerikan emperyalizminin hizmetinde devrimci kanı dökmektir. Fethullah Gülenler o zaman da ABD şahsında emperyalizmin kucağında idiler, şimdi de... Adamın on küsur yıldır ABD’yi mekan seçmesi rastlantı değil elbet. Kendisi tam olarak CIA denetiminde ve emperyalizm ile siyonizmin hizmetindedir.

12 Mart’ta dinci Milli Nizam Partisi de usulen kapatıldı. Necmettin Erbakan yurtdışına kaçtı. Çok geçmeden biri Kemal Sunalp olmak üzere kontrgerilla mensubu iki özel harpçi subay gidip İsviçre’de kendisiyle görüştüler, dönüp yeniden partisini kurmasını istediler. Nedeni yeterince açık olmalı.

Yine de '70’li yılların ikinci yarısındaki devrimci yükseliş döneminde dinci gericilik geri planda kaldı. Zira bu dönem öne sürülen, şoven milliyetçiliği bayrak edinmiş faşist MHP, ona bağlı paramiliter güçler idi. Kurulu düzen dinci gericiliğin yanısıra şoven milliyetçiliği de devrime karşı dalga kıran olarak hazırlamıştı ve ‘70’li yıllarda bu ikincisi önplanda idi. Daha ‘60’lı yıllarda bir taraftan Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri de içinde saldırgan dinci gericilik örgütlenirken, öte taraftan faşist paramiliter bir yapılanma olarak MHP eksenli komando kampları kuruluyor ve bu kamplarda toplumsal mücadelelere karşı kullanılacak faşist çeteler eğitiliyordu. Bu çerçevede '70’li yıllarda özel harpçi Türkeş’in misyonu öne çıktı.

Bu vesileyle vurgulamam gereken temel önemde bir gerçek daha var. Türkiye gericiliğinin dincisi milliyetçi, milliyetçisi ise aynı ölçüde dincidir. '70’li yıllarda MHP’nin temel sloganlarından biri, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslüman!” idi. Yani faşist 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezi ideolojisi, daha bu zamandan şiarlaştırılmış biçimi ile vardı. Genel olarak milliyetçilik ümmetçilikle, tersinden de ümmetçilik milliyetçilikle bağdaşmadığı halde, bunların şoven milliyetçisi dinci, dincisi ise şoven milliyetçidir.

MHP faşist-paramiliter bir örgüt olarak ‘70’li yıllarda önplanda olduğu için, o dönem dinsel gericilik biraz geri planda kaldı. Kurulu düzen için o gün asıl ihtiyaç faşist MHP idi. MHP’de yuvalanmış faşist çeteler ile dönemin kitle mücadeleleri provoke edilmeye, silahlı terörle sindirilmeye çalışılıyordu. Bu arada 12 Eylül faşist darbesini meşru kılacak provokasyonlar örgütleniyordu. MHP’li militanlar kullanılarak aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, sendikacılar öldürtülüyordu. Sayısız provokasyonlar, bombalamalar, kitlesel katliamlar örgütleniyordu. Çatlılar, Kırcılar vb. bu dönemin, bu kirli ve karanlık misyonun ürünü ve basit piyonları idiler.

 

12 Eylül rejiminin dolaysız ürünü

12 Eylül faşist askeri darbesiyle birlikte ise “Türk-İslam sentezi” artık açıkça devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Daha öncesinde Aydınlar Ocağı türünden gericilik yuvalarında bunun teorisi yapılıyordu. 12 Eylül’le birlikte ise cunta eliyle devletin resmi ideolojisi katına çıkarıldı. Türkeş sıkıyönetim mahkemelerinde, yerinde bir ifadeyle, “biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidarda” diye yakınıyordu.

Dinci gericiliğin örgütlü bir kuvvet olarak toplum yaşamında etkin biçimde önplana çıkışında 12 Eylül gerçek bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül ile birlikte bizzat 12 Eylülcüler (siz Amerika emperyalizmi olarak anlayın, çünkü yularları olduğu gibi ABD’nin elindeydi) islamı, dinsel gericiliği, genel olarak dini çok özel bir tarzda palazlandırdılar. Kuran kurslarının yaygınlaştırılması, yeni yeni İmam Hatip okullarının açılması, dinsel düşüncenin devletin eğitim, kültür ve propaganda aygıtlarıyla sistemli bir biçimde topluma pompalanması, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, Alevi köylerine bile camiler yapılması, dinci faaliyetler için Suudi Arabistan’dan gizli fonlar temin edilmesi demek olan Rabıta olayı, tüm bunlan 12 Eylül askeri faşist rejiminin icraatlarıdır. Çok özel bir programla, çok özel bir yönelimle devlet, arkasında Amerikan emperyalizmi ve egemen sınıf, dine ve dinsel gericiliğe geniş bir alan açtı. Bu aynı sürecin öteki yanı ise sosyal mücadelenin dizginlenmesi, devrimci akımların ezilmesi ve böylece burjuva gericiliğinin her türü için, özellikle de dinsel gericilik için meydanın düzlenmesidir.

Biz marksistler din sorununu materyalist bir bakış açısıyla ele alırız. Emekçi sınıflar içerisinde dinsel düşüncelerin neden ve nasıl güçlendiğinin materyalist bir açıklamasını yaparız. Dolayısıyla dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi de bu zemine oturturuz. Emekçinin, sermayenin baskısı ve sömürüsü karşısındaki çaresizliği, onda “öteki dünya” umudunun ve genel olarak dinsel düşüncenin de zeminidir. Emekçi yoksul, örgütsüz ve çaresizse, sığınacak alan arar. Acılarını dindirecek zemini dinde, öbür dünya umudunda ve avuntusunda bulur.

12 Eylül’ün bir yanında askeri faşist darbenin siyasi programı, öteki yanında 24 Ocak Kararları’nda somutlanan ekonomik program var. Bu ikincisi, büyük bir sosyal yıkım, emekçi için yokluğun ve yoksulluğun katmerleşmesi demektir. Tam da faşist askeri darbenin yarattığı siyasal koşullar nedeniyle, emekçinin tüm bunlar karşısında eli kolu bağlı kalması, bu geniş çaplı sosyal yıkım karşısındaki çaresizliği ise, sorunun öteki yönüdür. Bir tarafta yokluğun, yoksulluğun dipsiz kuyusu, öte yanda buna karşı bir çaresizlik durumu. Bu emekçinin özgüvenini yıkar, onu gerçeklerden ve ilerici değerlerden koparır, kaderciliğe, her türden mistik inanca, özellikle de dine yöneltir. Bu, dinsel etkinin serpilip gelişebileceği en verimli sosyal-kültürel atmosferdir.

İzlediği politikalarla bu atmosferi 12 Eylül askeri rejimi bizzat yarattı. Ekonomik ve sosyal yıkım politikalarıyla emekçiyi yoksulluğun dipsiz çukuruna itti ve topluma soluk aldırmayan baskı ve terör rejimiyle de buna karşı bir şey yapamaz duruma düşürdü. Yoksul ve çaresiz emekçi böylece kaderciliğin, dinin, giderek dinsel gericiliğin pençesine düştü. Emekçi bilinçli ve örgütlüyse, düzenin kendisi için yarattıklarına karşı fiili eylemin içindeyse, samimi duygularla dinsel inancı olsa bile, din onun için geri planda bir olaydır. Onunla tanrı arasında bir mesele sınırlarında kalır. Dinin emekçi için sosyal ve siyasal yaşam alanı haline gelmesi, tam da 12 Eylül politikalarının yarattığı toplumsal-siyasal iklimde gerçekleşti. Dinin ve dinsel gericiliğin devlet eliyle güçlendirilmesi Kürt uyanışının ardından yeni boyutlara taşındı. Kürdistan’da tarikatlar ve cemaatler desteklendi, Hizbullah denilen cinayet şebekesi devlet eliyle beslenip palazlandırıldı. Bütün bunların üstüne daha bir de dünyadaki olaylar, ‘89’daki o büyük çöküş bindi. Dünyayı saran genel gericilik atmosferi her türden bilim dışı düşünce ve inanca, özellikle de dine geniş bir alan açtı. Bütün bunlar Türkiye’de sosyal demagojiyi de çok iyi kullanan dinci gericilik akımın sürekli biçimde güç kazanmasını beraberinde getirdi.

Tabloyu ne kadar tam vermeye çalışsam da, bazı şeyler gene de eksik kalıyor. Örneğin ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin etki ve sonuçlarından ya da İslami bir rejimle sonuçlanan İran Devrimi’nin getirdiği ideolojik ve moral etkiden sözetmiş değilim henüz. Buna 1980’li yıllarda Afganistan ve ‘90’lı yılların başında Bosna ve Çeçenistan olaylarının geniş çaplı gerici etkisini ekleyiniz. Dinsel gericiliğin beslenme ve güçlenme kaynakları gerçekte dile getirdiklerimden çok daha geniş demek istiyorum.

Sonuçta '90’lı yılların ortasına ulaştığımızda, İstanbul’da belediye başkanlığına, ülke genelinde en büyük parti olabilecek bir gelişme aşamasına ulaştı dinci gerici akım. Solu ve sosyal mücadeleyi ezip, yoksulluğu emekçiye sistemli bir şekilde dayattıkları o aynı süreç, beraberinde dinsel gericiliğin gelişmesi, güçlenmesi, palazlanması ve artık iktidarda pay talep edebilmesi düzeyine ulaşmasını sağladı. Dinin ve dinsel gericiliğin önünü her yolla açanların varmak istedikleri nokta belki bu değildi. Onlar dini emekçileri ve yoksulları tutacak bir barikat olarak düşünüyorlardı. Ama parlamenter rejimin işleyişi içinde dinin o pasif etkisi siyaset alanına etkin bir biçimde taşındı. Bütün bir ‘80’li yıllar boyunca en iyi biçimde hazırlanan ve kadrolaşan dinci akım oluşan zeminden en iyi biçimde yararlanmasını bildi.

ABD’nin de burada çok hazırlıklı olduğu, kendi dolaysız çabalarıyla oluşan bu yeni toplumsal durumu çok iyi değerlendirdiği görülüyor. Daha ‘90’lı yılların başında, Ortadoğu için sürekli politikalar üretiyor. Büyük Ortadoğu projesi geliştiriyor ve bunun içinde Türkiye’ye, “ılımlı islamcı” bir kimlik üzerinden Ortadoğu’da oynayabileceği bir misyon tanımlıyor. Tayyip Erdoğan daha İstanbul belediye başkanı iken Amerikan büyükelçileri, bazı Amerikan kuruluşları kendisiyle yakinen ilgileniyorlar. Sonradan açığa çıkan veriler Tayyip Erdoğan bugünkü misyona adım adım hazırlandığını tüm açıklığı ile gösteriyor. Erbakan’ın gerici burjuva sınırlarda da olsa kendine göre belli milli duyarlılıkları vardı. Bunun bir yanı, kaba batı düşmanlığına dayalı popülist boş laftı. Ama öteki yanında, Anadolu’nun geleneksel orta katmanlarının, emperyalizmle olan nispeten sınırlı bağlarından dolayı, ona karşı mesafeli tutumu vardı. Dinsel gericilik düne kadar büyük ölçüde Anadolu’nun bu geleneksel orta sınıf katmanlarının temsilcisi oldu. Ama AKP ile birlikte büyük sıçramasını yaptı, tekelci büyük burjuvazinin partilerinden biri haline geldi. Onun bir kesiminin, bugünkü biçimiyle MÜSİAD’larda, TUSKON’larda temsil edilen kesiminin, politik eğilimini temsil eder oldu. Artık dinsel gericilik Türkiye’de büyük burjuvazinin bir kanadının dolaysız siyasal temsilcisidir. Bugünkü siyasi tablo içerisinde ise toplamının genel çıkarlarının temsilcisi...

ABD’nin “ılımlı islam” projesiyle neyi hedeflediğine bugünün siyasal olguları üzerinden bakalım. Tayyip Erdoğan Tunus ve Mısır olaylarının ardından bir Ortadoğu turu gerçekleştirdi. Mısır parlamentosundaki konuşmasında “Kişiler müslüman ama devletler laik olur” dedi. Bunu şeriatçı ideoloji ve kültürle eğitilmiş biri söylüyor. Sayın ki onun ağzından ABD söylüyor. ABD’nin koltuklamasıyla Türkiye’de başbakan olmanın karşılığıdır bu. Tayyip Erdoğan Mısır gidiyor, burada iktidar olmak şansı kazanmış islamcı akıma Amerikan akılları veriyor. Aynısını Tunus’ta yapıyor. Ve bakıyorsunuz, Fas’tan Tunus’a kadar etkin konum kazanan islamcı partiler, model ülkemiz Türkiye ve model partimiz AKP diyorlar. Yani amerikancı “ılımlı islam”!

Tayyip Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’daki söylemi, AKP’nin Ortadoğu’daki amerikancı misyonunun temel önemde bir boyutudur. Türkiye’nin omuzu kalabalık generallerinden bir kısmını içeri tıkma kolaylığının sırrı da buradadır. Türkiye’de ABD çıkarlarına en iyi biçimde hizmet etmekle kalmayıp, bunu aynı şekilde dışarda, tüm bölgede yaparsanız, ABD size o desteği elbette ki verir. Daha doğrusu ABD size o desteği verdiği içindir ki siz bunu şimdi böyle yapıyorsunuz, böyle yapmak zorunda kalıyorsunuz.

(...)

Egemen sınıfın hizmetinde

Bir toplumsal düzende aslolan sınıf egemenliğinin kendisidir. Bunun şu veya bu biçim içinde gerçekleşmiş olması kuşkusuz önem taşır ama bu sınıf egemenliğinin kendisini, onun sınıfsal özünü ve niteliğini değiştirmez. Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazinin genel olarak emperyalizme sırtını dayamış bir sınıf egemenliği sistemi var. Dinsel gericiliğin siyasal iktidar dümenine oturması ile bu genel sınıf egemenliği sisteminin özü ve esasında herhangi bir değişim sözkonusu değildir. Değişim yalnızca biçime, renge ilişkindir. Türkiye’de büyük burjuvazinin, emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin desteğinde bir sınıf egemenliği sistemi var ve bu dün olduğu gibi bugün de varlığını aynen sürdürüyor.

Egemen kapitalist sınıfın bütünü AKP iktidarı döneminde büyük bir palazlanma yaşadı, yaşıyor. Kuşkusuz rekabetten dolayı bazıları güç kazanırken öteki bazıları kaybediyor, bunu saklı tutuyorum, bu sistemin olağan işleyişinden gelen bir durum. Ama genel planda AKP iktidarı döneminde büyük burjuvazi bir sınıf olarak görülmemiş kazançlar elde etti. Özelleştirmelerden en büyük payı da geleneksel tekelci gruplar alıyor. Örneğin Tüpraş en önemli özelleştirme kalemlerinden biridir ve burayı Koç grubu kapmıştır. Demek istiyorum ki, özelleştirme yağması öyle sanıldığı gibi salt yandaşlara peşkeş çekilmiş değil. Tabii ki yandaşlar da alacaklarını üstelik fazlasıyla aldılar. Ama gene de o büyük özelleştirme yağmasında Türkiye’nin geleneksel büyük tekelleri, o bildiğimiz TÜSİAD burjuvazisi, en büyük payı almış görünüyor.

Bunun içindir ki son 9 yılda yapılmış 5 seçimde de AKP’yi tam olarak desteklediler. İlk kez olarak bu son seçimlerde dengeleyici bir güç olarak CHP’yi de gözetmek ihtiyacı duydular, ki bu aynı zamanda ABD ile AB’nin de tutumu idi. Ama burjuvazinin tüm kesimleri 2002'den beri gerçekleşen tüm seçimlerde ve elbette son seçimde de AKP’yi desteklediler. AKP izlediği politikalarla işbirlikçi büyük burjuvazinin tamamına kusursuz bir hizmet sunuyor. Ortada öyle dinci sermaye grupları lehine servetin el değiştirmesi falan yok. Ama ne var? Bu özelleştirme yağmasından oluşturulan kaynaklar, devlet borçları, bunlardan oluşturulan fonlar, bunlar bir dizi yolla, özellikle belediye hizmetleri başta olmak üzere, yandaşlara peşkeş çekiliyor. Burada burjuvazinin o islamcılık kisvesine bürünen kesimi özel bir tarzda semiriyor. Ya da örneğin Aydın Doğan Yumurtalık’ta bir rafineri kurmak istiyor, ama Tayyip Erdoğan o bilinen patavatsızlığı ile, “ben onu bizim Çalık’a vereceğim, sen vazgeç” diyebiliyor. Sorun da olduğu kadarıyla biraz buradan çıkıyor. En fazla bu sınırlarda bir kayırmacılık sözkonusu demek istiyorum.

Burjuva toplumunda siyasal gücü ele geçirenler, egemen sınıfın genel varlığını ve çıkarlarını, bunun zorunlu kıldığı durum ve dengeleri gözetmezlerse, o gücü elde tutamazlar. Öyle başa geçtiniz diye Koçlar’ı, Sabancılar’ı, Eczacıbaşlar’ını tasfiye edip yerine islamcı ya da yandaş sermaye gruplarını geçiremezsiniz. Geçirmeye kalkarsanız bundan büyük çatışmalar doğar, egemen sınıfın bir iç kapışması olarak. Ama ortada bu türden bir kapışma yok. Büyük burjuvazinin tamamı olup biteni sorun etmiyor ve tüm gücüyle AKP’yi destekliyor. Son rakamlara bakılırsa Şahenklerin Doğuş grubu, Koç’tan sonra ikinci büyük tekelci sermaye grubu haline gelmiş durumda. Başta NTV olmak üzere bir dizi televizyonun sahibi, son olarak Star’ı da aldı Aydın Doğan’dan. İşte bu grubun televziyonları son seçim döneminde tam bir AKP borazanlığı yaptılar.. Birkaç solcu yapımcı tutuyorlardı, tarafsızlık imajı yaratmak için. Seçim sürecinin en kritik döneminde tümüne yolverdiler. Şahenklerin Doğuş grubu niye yapıyor bunu? Semirdikçe semirdiği ve bunu da AKP icraatlarına borçlu olduğu için. Dinle-imanla hiçbir alakası yok bunun.

Temel politikalar sözkonusu olduğunda, ister Adalet Partisi olun, ister sosyal-demokrat CHP, ister 12 Eylül dönemindeki Kenan Evren, isterseniz 2000 yıllarındaki Tayyip Erdoğan olun, tümü için de aslolan egemen sınıfın geneline hizmet etmektir. Bu ana eksenin eteklerinde ayrımcılık yapılabilir ama kendisinde değil. Temelde sınıfın tümüne hizmet ediyorsunuz, ama daha özel alanlarda, iktidar olmanın da imkanlarıyla, diyelim ki sizi daha özel bir tarzda destekleyen gruplara alan açıyorsunuz. İşte Sabah ve ATV el değiştirecek, tutup Çalık’a veriyorsunuz onu, gerekli kredi kaynaklarını da bizzat ayarlayarak. Öteki tekellerin zaten bu alanda yeterince varlıkları olduğu için, onlar da çok problem etmiyorlar, bu kadar da olur diyebiliyorlar. Bal tutan parmak yalar misali.

Tayyip Erdoğanlar iktidar olmuşlar, devleti ele geçirmişler de, iktidarı bir sınıfın elinden alıp bir başka sınıfın eline vermiş değiller. İktidara kendi renklerini vermişler, olan esası yönünden bu. Bu bir yere kadar burjuvazinin işine de geliyor. Ölçüsü kaçmamak kaydıyla, “ılımlı islam” sınırlarında kalmak kaydıyla. Neden? Çünkü toplumu islamla, tarikatlarla, cemaatlerle kontrol ettiğinizde, sınıfsal-sosyal kimliği geri plana itiyorsunuz, sosyal mücadeleyi dizginliyorsunuz, sorunsuzca artı-değer sömürüsünü sürdürüyorsunuz. Cennet yeryüzünde ayağınıza geliyor. Bu durumda niye desteklemesin ki? Olup biten daha çok emekçi sınıfların dinsel bağlarla dizginlenmesi sınırlarında kalıyorsa, bundan burjuvazi niye rahatsızlık duysun ki?

Türkiye’nin basınına bakıyorsunuz, kadın imajını kullanmada ölçüsüzlük süregidiyor. Televizyonlara bakıyorsunuz, ha keza öyle. AKP dönemi, tam tersine, toplumun bir bölümüyle iliklerine kadar çürüdüğü bir dönem oldu aslında. Büyük burjuvazinin iktidarı bu; burada din-iman yok, emekçinin samimi duyguları istismar ediliyor, o kadar. Burjuvaziyse bir sınıf olarak çürüyor. İslamcıların yeni yetme burjuva çürümüşlüklerini, batı toplumlarının bu konularda daha incelikli olan kesimleri bile yadırgıyor, alaylara konu ediyor. Alman basını, Abdulah Gül’ün eşi ile Alman cumhurbaşkanının eşininin arkadan belden aşağı fotoğralarını yayınlıyor ve hangisi daha seksi diye soru soruyor okurlarına, yanıtı belli bir soru olarak. Gülüyorsunuz ama ben sosyolojik bir gerçeğe işaret ediyorum, espri olsun diye söylemiyorum. İngiliz basını son ziyarette hanımın ayakkabılarını doladı diline. Bütün İngiliz bulvar basını bunu yazdı. Din-iman var mı burada, çürümüşlük tam da bu değil mi? Adnan Hoca denilen süprüntünün televziyonlarda canlı sunulan alemleri ile Cüppeli hocaları ekleyiniz buna. Din-iman olsa, din elden gidiyor diye ülke ayağa kalkar. Oysa tıs yok. Demek istiyorum ki, aynı burjuva kapitalist Türkiye’de yaşıyoruz. Sıradan emekçi burada kuşkusuz aldatılıyor, sersemletiliyor, devrimci bilinçten ve sosyal mücadeleden alıkonuluyor. Ama büyük burjuvazinin laik kesimleri ile dinci kesimleri kolkola büyük vurgunlar vurup işi götürüyorlar.

Büyük burjuvazi Tayyip Erdoğan’ın göze batan dengesizliklerinden ve ölçüsüzlüklerinden elbette rahatsız ama genel durumdan fazlasıyla memnun. Hastalığı bunu ayrıca açığa çıkardı. Koç özel mektup gönderdi, senin sağlığın Türkiye’nin sağlıdır, diyen. MHP’nin başındaki adam aynı vesileyle AKP Türkiye’de istikrarın sigortasıdır, o giderse istikrarsızlık gelir demeye getirdi. AKP’deki bunalım Türkiye’nin çıkarına değildir, AKP’siz Türkiye yönetilemez demiş kadar oldu. Bunu söyleyen MHP, düşünebiliyor musunuz? Bu düzenin dayanakları bu adamlar.

Ölçüleri aşmamak, “limitlerin içinde kalmak” kaydıyla!.. Bu ifade bir AB şefine ait. AKP’nin kuşkusuz limitlerin içinde kalması gerekiyor diyor. Yani sınırları aşmaması gerekiyor. Yani dinci dinciliğini yaşıyor, laik lakiliğini yaşıyor, olan emekçiye oluyor. Burjuvazi her türlü pisliği her biçimiyle yaşıyor. O dinsel gericiliğin boğucu, bozucu etkisi emekçi üzerinde ve dolayısıyla sosyal mücadeleyi dizginleyen bir tarzda kendini gösteriyor.

(…)

Tarihte böyle durumlar çok olmuştur. Alman tarihi buna bir örnek. Bismarck aslında Prusya soylularının, burjuvazi karşısında Prusya gericiliğinin temsilcisidir. Ama gerçekte burjuvazinin ekonomik gücüne dayanarak Prusya gericiliğinin o köhne yapısını tasfiye eden adamdır da. Yani burjuvazi ekonomik çıkarları karşısında Bismarck Almanyası’na, onun siyasal gücüne, iktidarına katlandı. Aynı şeyi biz yeğen Napolyon döneminde Fransa’da görüyoruz. Marks, burjuvazi ekonomik iktidar karşılığında, siyasal iktidarı seve seve yeğen Napolyon’a bıraktı diyor. Engels’in de işaret ettiği gibi, bunun mantığını irdeleyen yapıtı tarihsel materyalizmin başeserlerindendir. III. Napolyon rejimi o günün koşullarında Fransız burjuvazisinin ekonomik çıkarlarına en uygun siyasal biçim oldu. Oysa aynı burjuvazi 1848 öncesinde cumhuriyet için mücadele ediyordu. Ama kurulan cumhuriyetin ömrü kısa oldu, yeğen Napolyon’un darbesi üzerinden yerini imparatorluğa bıraktı. Parisli işçilerin “Toplumsal Cumhuriyet” uğruna giriştiği Haziran Ayaklanması’nın korkusunu yüreğinde yaşamış burjuvazi, bunu sorun etmek bir yana tam olarak destekledi. Zira bu, III. Napolyon’un imparatorluk iktidarı, o tarihi evrede onun sınf çıkarlarına en uygun düşen bir siyasal biçimdi.

Dinsel gericiliğin siyasal yaşamdaki etkin varlığı esaslı bir denge bozulması yaratmış değil. Çünkü bu sürecin kendi içinde dinsel gericilik reforme oldu. Tayyip Erdoğan Türkiye’nin başbakanı olarak Mısır’a, Tunus’a gidip “ılımlı islam” sınırlarında da olsa laiklik propagandası yapıyor. Kişiler müslüman devletlerse laik olur, diyor. Bu ne demektir? Türkiye’de şeriatçılık ideolojisi ve söylemleriyle yola çıkmış dinsel gericiliğin kendini şimdilerde bu düzeyde burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına uyarlaması demektir. Yani fethedenlerin fethedilmesi demek, Engels’in o ünlü ifadesiyle. Dinsel gericilik sisteme kendi rengini vermeğe çalıştı ve tersinden de sistem onu kendine uyarladı. Birlikte yeni bir bulamaç oluşturdular ve taraflar bundan pek hoşnutsuz da görünmüyorlar.

Kuşkusuz sorunlar yok değil. Zira iktidar sarhoşluğu dinsel gericiliği aşırılıklara itiyor ve bu da sorunlar yaratıyor. Yakın dönemde TÜSİAD’ın bir raporu var. Ekonomiyi göklere çıkarıyor. Türkiye kanatlandı uçuyor, bunu bu dinamik ekonomi yönetimine borçluyuz diyor, AKP hükümetine övgüler diziyor. Ama Öte yandan Hopa’da bilmem ne davası, öğrencilerin uzun süre tutuklu kalması, Silivri’de tutukluluk sürelerinin infaza dönüşmesi vb. üzerinden de çatlak ses sınırlarında eleştiriler yapıyor. Tabii ki bu tür aşırılıkların giderilmesini isteyecektir, çünkü bu rejimi yıpratıyor, itibarını gözden düşürüyor. Rejimin yargısına gerçekten de bir inanç kalmıyor. Son kamuoyu yoklamaları var; deneklerin yalnızca yüzde 30’u Silivri tutuklamalarının haklı ve meşru olduğunu söylüyor. Zamanında bu oran bunun iki katından fazla idi. Askeri vesayet kırılıyor, darbeciler açığa çıkarılıyor, çeteler temizleniyor denilerek geniş bir kesimin desteği alınmıştı. Ama işin suyunu öylesine çıkardılar ki, muhalif olan herkese kulpu takıyorlar, bakıyorsunuz 40 yılın reformist solcusunu Devrimci Karargah örgütünün terörist militanı diye alıp içeri koyuyorlar.

Bu, tabii bazı şeylerin ölçüsünü çok kaçırmaktır. Bu ölçü biraz daha kaçarsa, AKP’nin kendisi hem ABD için, hem burjuvazi için bir soruna dönüşebilir. Yok dengeye oturursa, kitleler üzerindeki siyasal etkisini götürebildiği sürece onu tercih ederler. “Limitleri aşmaması” kaydıyla! Ama bu yaptıkları hatalar kitlelerin bilincinde derin izler bırakır. Bu da onların oy gücünün kırılmasına yansırsa, ya da kendi içindeki çatlaklar bölünmelere, bölünmeler imaj paralanmalarına, bu da güç kaybına, oy kaybına giderek yol açarsa, burjuvazi AKP’nin çok da hayranı değil, yeterince hizmet ettiler der, yeni bazı alternatiflere bakar. Yani burjuvazi için siyasi biçimler kadar siyasi partiler de geçici ama temel sınıf çıkarları kalıcıdır. Dün aynı burjuvazi adına generaller yönetiyordu, bugün de polis rejimi üzerinden AKP yönetiyor. Giderek orduyu da denetimi altına alıyor. Esaslı bir sorun değil bu burjuvazi için. Zaten kurulu düzenin içerisinde olduğunuz sürece, o toplumda bir sınıf egemenliği gerçeği olduğu sürece, eğer sözkonusu olan bir devrim değilse, kurulu düzenin çıkarlarında esaslı bir değişiklik yaratmaz. Bir zarar da vermez. Kurulu düzen biraz kendini bu yeni siyasal güce uyarlar, bu yeni siyasal güç de kendini biraz kurulu düzene uyarlar. Giderek birbirlerine benzer, yakınlaşır, bir noktada buluşurlar. Oradan yeni bir denge doğar. Şimdi böyle bir denge var. Bu sınırlar içerisinde kaldığı sürece, burjuvazinin bir sıkıntısı yok. Tersine AKP’yi bugün için bir güvence olarak görüyor.

 

Dinsel gericilik ve devrim

Siyasal bir akım olarak dinsel gericilik geri plana düşebilir, onun çatı partisi olarak bugünkü AKP iktidarı gidebilir. Sonuçta gideceklerdir de. Ama AKP’nin gitmesi, bu son 8-9 yılda dinsel gericilik eliyle ideolojik, kültürel, idari, kurumsal planda yapılan tahribatların ya da yapılan düzenlemelerin önemini ortadan kaldırmıyor. Toplum geri bir noktaya çekildi, bu yeterince açık. Sorun bu tahribata sınıf mücadelesi çizgisinde direnmek, onu buradan giderek aşabilmektir.

Türkiye’de sınıf mücadelesinin halen bu denli geri olmasında iki büyük etken ya da engel var önümüzde. Bunlardan ilki şoven milliyetçiliktir, halen Kürt sorunundan besleniyor. Öteki dinsel gericiliktir, son yirmi-otuz yılın kendine özgü ortamından beslenegeldi. İktidar gücü olmak bu ikincisine ayrıca görülmemiş bir kuvvet kazandırdı. Bunlar Türkiye’de sosyal dinamiklerin serpilmesini özellikle son yirmi yılda alabildiğine dizginlediler. Ama özellikle dinsel gericilik rolünü oynayabileceği kadar oynadı, bundan sonrası artık yıpranma sürecidir. Dinsel gericiliğin iktidarı koşullarında yaşanan toplumsal çürümenin boyutlarına da bu nedenle dikkat çekmiş oldum. Bu, sıradan emekçinin bilincini, onun dini siyasete alet eden ve bundan da dünya nimetleri elde eden dinci akımı algılamasını elbette etkileyecektir. Dinsel gericilik bugüne kadar devrime karşı etkili bir barikat rolü oynadı, düzene yapacağı hizmeti yaptı. Bundan sonrası artık yıpranma ve gözden düşme sürecidir. İktidar gücü olmanın çürütücülüğü ile biriken tepkilerin açığa çıkmasının bir arada yol açacağı yıpranma sürecidir.

Sosyal mücadele bir parça bir yerlerden patlak verdiği ölçüde, dinsel gericilik ve milliyetçilik ikinci plana düşecektir. Tekel işçilerinin direnişi sırasında gördüğümüz buydu. Tekel işçileri ülkenin dört bir yanından, Kürt bölgesinden, Trabzon gibi şoven bölgelerden, İzmir gibi milliyetçi kemalist bölgelerden, dört bir koldan gelerek, sınıf kimliği, sınıf vurgusu üzerinden birleştiler. Sosyal kimlik önplana çıktı. Bu işin ilacı bu, bu işin çaresi bu. Dinin etkisini kırmak mı istiyoruz? O halde onu sosyal mücadeleye çekmeye bakmalısınız. Bunda ne denli başarılı olursanız, onu dinin dizginleyici etkilerinden de o denli kurtarmış olursunuz. Her yerde, her ülkede ve her tarihi dönemde demek istiyorum, bunun çaresi, bu durumdan biricik çıkış yolu bu.

Dinsel gericiliğin son otuz yılda, özellikle de son on yılda, toplumda oluşturduğu bozucu ve sersemletici düşünsel ve kültürel tortuyu küçümsememek, ama onu gereğinden fazla da abartmamak gerekir. Dinsel gericiliğin geçen yüzyılın başında Avrupa’da en güçlü olduğu ülke Çarlık Rusya’sı idi. Onmilyonlarca köylü Ortodoks kilisesinin adeta kulu-kölesiydi. 1905 yılı başındaki tabloyu, 150 bin işçinin aileleri ile birlikte Çarlık Sarayı’na yürüyüşünü hatırlayınız. Önde Gapon isimli provokatör bir papaz, arkasında ellerinde Meryem ana tasvirleri, hristiyan ikonları ve dudaklarında “Çar Babamız” dualarıyla işçiler ve aileleri... Dinsel bir ayin havasında Çarlık sarayına yürüyorlar, “Çar babamıza” dilekçe vermek üzere! Ama yalnızca birkaç saat sonrası “Kahrolsun Çar!” haykırışları ve 1905 Devrimi’nin başlangıç çanı!.. Makinalı tüfeklerin çalışma süresi kadar bir sürede 1905 Devrimi patlak verdi. Düşünün, Ortodoks dininin bu kadar güçlü olduğu bir ülkede sonunda tarihin gördüğü en görkemli bir sosyal devrim gerçekleşti.

Sosyal mücadelenin, sosyal çatışmanın önüne hiçbir güç geçemez. Bu dizginlenebilir, geciktirilebilir, bir dönem için saptırılabilir. Ama o su gibidir, kendi yatağını bulur. Elbette devrimciler olarak sizler de eliniz böğrünüzde beklemeyeceksiniz, bu süreci hızlandırmaya, ona bir yön, bir program, bir önderlik, örgütlü bir biçim kazandırmaya bakacaksınız. Eğer gerçekten devrimciyseniz, eğer devrimi zafere ulaştırmak inancı ve iradesine gerçekten sahipseniz...