Demokrasi sorunu, öncelikle, “bu soruna nasıl bir çözüm?” biçiminde çıkar karşımıza. Devrimci çözüm mü, reformcu bir çözüm mü? Sorunun genel devrimci perspektif içinde bir konuluşu mu, yoksa reformist bir bakışaçısı ekseninde ele alınışı mı? Gerçek ayrılık noktası buradadır. Sorunu gereğinden fazla önemsemek ya da küçümsememek iddiası, genellikle bu asıl ayırdedici noktayı gölgeler. Herhangi bir reformist partinin bugünün Türkiyesi’nde, demokrasi sorununun şu veya bu unsuruna, örneğin Kürt sorununa ya da siyasal özgürlük sorununa ya da dinsel gericilik sorununa, bir takım başka sorunlara en az bizim kadar ilgi gösterdiğini, onları en az bizim kadar önemsediğini prensip olarak kabul edebiliriz. Bunda bir güçlük ya da sakınca yok. Gerçekten onlar da bu sorunlara kimine daha az kimine daha çok olsa da ilgi gösteriyorlar. Hatta denilebilir ki, liberal demokrat siyasal akımlar olarak onların varlık nedeni bir yerde zaten bu sorunlar.
Ama bir, bu sorunları gerçek kapsamlarıyla ele alıyorlar mı? İki, bu sorunların çözümünün önündeki toplumsal-siyasal engelleri doğru tespit ediyorlar mı? Üç, bu engellere karşı mücadeleyi devrimci bir tarzda ortaya koyuyorlar mı? Dört, bu mücadelenin devrimci toplumsal-siyasal dinamiklerini doğru ele alıyorlar mı? Bu sorular daha da uzatılabilir. Elbetteki sorunları görüyorlar, ama bu sorunlara güdükleşmiş, burjuva düzenin kendi sınırları içine sığan çözümler öneriyorlar. Çünkü burjuvazi ile iktidar sorununu eksen alan hesaplaşmaya dayalı bir mücadele platformuna sahip değiller. Böyle bir programa, böyle bir stratejiye, temelde buna uygun bir ideolojik-sınıfsal konuma sahip değiller. Yalnızca burjuvaziyi geriletme, onu demokratik hak ve kurumlara razı etme mücadelesi veriyorlar. Onların mücadelesi bu çerçevede mevcut rejimi reforme etme, iyileştirme mücadelesidir.
Onlar saydığımız sorunlara, genel olarak demokrasi sorununa, bu düzenin kendi iç çerçevesi içinde bir çözüm arıyorlar. Oysa biz, genel olarak demokrasi, mücadelesini, özel olarak da onun şu veya bu unsurunu, burjuvazinin sınıf iktidarını devirme stratejisi içinde ele alıyoruz. Bu sorunların çözümünü, burjuva düzeni demokratikleştirme hedefi içinde değil, bizzat bu düzeni tasfiye etme hedefi içinde ele alıyoruz. Ve diyoruz ki, sorunu ancak bu çerçevede, bu stratejik kavrayış içinde ele aldığımız ölçüde, gerçekte bu mücadele içerisinde burjuvaziyi geriletme imkanı da buluruz. Yani bir dizi reform ve kazanımı da ancak bu sayede, bu perspektife dayalı bir mücadelenin ürünü olarak elde ederiz.
Bu konuya ilişkin olarak birinci emperyalist savaş dönemi tartışmalarından bir örnek vereceğim. Burada çok bilinen bir tartışma var. Bu tartışma doğru anlaşıldığı ölçüde bence demokrasi meselesinin bütün bu teorik kapsamı da diyalektik bir tarzda kavranır. Lenin’in “emperyalist ekonomizm” denilen eğilimin temsilcileriyle giriştiği tartışmaları kastediyorum.
Mesele nedir? Mesele şudur: Emperyalist savaş geliyor ve Lenin’in deyimiyle monarşiyi cumhuriyete eşitliyor. Siyasal demokrasiyi yok ediyor. Tam bu noktada temel önemde iki sapma gösteriyor kendisini. Bunlardan birini Kautskiciler, ötekini Lenin’in “emperyalist ekonomistler” olarak tanımladığı bir kısım bolşevikler, artı bir kısım Alman sol kanat temsilcileri, artı bir kısım Hollandalı ve Polonyalı marksist temsil ediyorlar. Anlaşmazlık, demokrasi sorununun ele alınışı üzerinedir. Kautskiciler sorunu, savaşın yok ettiği siyasal hak ve özgürlükleri yeniden elde etme mücadelesi olarak ortaya koyuyorlar. Yani siyasal reformlar sorununu, bir dizi demokratik siyasal istemin yeniden kazanılması sorunu olarak koyuyor. Emperyalist ekonomistler ise, savaşın yarattığı o dehşet verici sonuçlara bakarak, işte buradan da çok somut olarak görüldüğü gibi emperyalizm demokrasiyle bağdaşmaz, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz, çağdaş kapitalizmde siyasal demokrasi olanaksızdır, bu savaşla da görüldü, diyorlar. Ama öte yandan, sosyalizmde de zaten gereksizdir diye de ekliyorlar. Zira, diyorlar, sosyalizmin kendisi siyasal gericiliğin ve ulusal baskının temelden tasfiyesi anlamına gelir, bu sorunların maddi-toplumsal zemininin tümden ortadan kaldırılması anlamına gelir. Böyle olunca kapitalizmde imkansız olan sosyalizmde de gereksiz hale gelir. Sonuç? Sonuç, doğal olarak demokratik siyasal sorunların, tartışma somutunda ulusal sorunun, ulusların kendi kaderini tayin hakkının öneminin gözden kaçırılması olmaktadır. Bu durumda siyasal demokrasi mücadelesi diye sorun da kalmaz haliyle. Bu tarihsel olarak geride kalmış bir sorundur, biz sosyalizme bakarız, diyorlar emperyalist ekonomistler. Onlara göre, kapitalizm koşullarında demokratik sloganlar öne sürmek, bir aldanış ya da hayaldir, sosyalist devrimin saptırılması ya da ertelenmesidir vb.
Görünürde pek solcu bir tutum. Gerçekte ise tümüyle teslimiyetçi ve dolayısıyla sağcı. Neden? Çünkü demokratik siyasal haklar uğruna mücadele verilmedikçe, mevcut tüm demokratik özlemler ve kurumlar burjuvaziye karşı genel sınıfsal mücadele içerisinde değerlendirilmedikçe, sonuçta burjuvaziyi devirmek başarısı da gösterilemez, sosyalist devrim mücadelesi de zafere ulaştırılamaz. Böylece sosyalist devrimin ertelenmemesi kaygısıyla yola çıkanlar, gerçekte onu tümden imkansız kılan bir çizgiye kaymış oluyorlar.
Lenin’in bir kısmı kendi yoldaşı olan emperyalist ekonomistlere hatırlattığı şey kısaca şudur. Diyor ki, Kautskiciler demokratik siyasal talepleri formüle etmekle yanlış yapmıyorlar. Yanlış burada değil, yanlışı yanlış yerde arıyorsunuz. Yanlışı yanlış yerde aradığınız için de aslında bu yolla sonuçta reformizmi, oportünizmi güçlendirmiş oluyorsunuz. Yanlış olan Kautskicilerin bu demokratik siyasal reformları tek tek formüle etmesi değil, bunu geriye doğru, kurulu düzen çerçevesine göre, barışçıl kapitalizme göre yapmasıdır. Ancak devrimci bir tutumla öne sürülebilecek bu tür istekleri, reformcu bir tutumla ortaya atmasındadır. Oysa yapılması gereken, aynı istemleri geleceğe doğru, toplumsal devrim hedefine göre tanımlamaktır, bu çerçevede ele almak, bu temelde ortaya koymaktır. Yani bütün demokratik özlemleri ve kurumları proletaryanın burjuvaziyi devirme, iktidarı ele geçirme mücadelesi içerisinde değerlendirebilmektir. Lenin’in bizim basınımızda birçok vesileyle aktarılan sözleriyle: “Demokrasi sorununun marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.”
Bu, demokrasi sorununda marksist bir devrimciyi her türden reformcudan ayıran temel ayrım çizgisidir. Dolayısıyla, kapitalizm koşullarında demokrasi sorununun bu marksist ele alınışını ve kavranışını başından itibaren temsil eden, buna daha ilk belgelerinde, Platform Taslağında yer veren bir hareketi, EKİM’i, demokrasi mücadelesinin önemini gözden kaçırmakla itham edenler, ya demagojiye kaçıyorlar ya da konuya ilişkin kavrayışsızlıklarını göstermiş oluyorlar. Konunun en canalıcı yönüne, en temel noktasına ilişkin bilgisizliklerini sergilemiş oluyorlar.
Bizim geleneksel halkçı hareket ile gerçek tartışma ve çatışma noktamız, hiçbir biçimde demokrasi mücadelesini önemsememek ya da küçümsemek değildir. Sorun demokrasi mücadelesinin önemi ise, bu önemi bu ülkede en iyi anlayan ve anlatabilecek olan hareketin biz olduğundan kimse kuşku duymamalıdır. Öteki akımların bu soruna ilişkin görüşleri gerçek ve sistematik bir kavrayıştan çok, donmuş, tortulaşmış bir önyargılar yığınından ibarettir. Demokrasinin bir önyargıya dönüşmesi ise, sözkonusu akımları burjuva demokratik bir konumun ve ufkun esiri yapar ve nitekim yapıyor da. Bu durumda siyasal demokrasi kendi içinde amaçlaştırılır. Siyasal demokrasiyi kendi içinde amaçlaştırmak ise burjuva toplumunun kendi içinde demokratikleştirilmesi çizgisine, yani gerçekte liberalizme götürür.
Yinelemek gerekir ki, meselenin canalıcı noktası hiç de demokrasi mücadelesinin önemi değil, nasıl ele alınacağıdır. Nasıl ele alınacağı sorunu da, nasıl bir toplumda, hangi temel sınıf ilişkileri içerisinde yaşandığı sorunuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bakıyoruz ülkede siyasal gericilik var; bakıyoruz ülkede çözümlenmemiş temel demokratik siyasal sorunlar var; ama bakıyoruz, ülkede kapitalizmin toplumsal egemenliği ve bu temel üzerinde burjuvazinin sınıf egemenliği var. Egemen bir burjuva sınıf var. Ve bütün bu gericiliğin dayanağı, kaynağı, engeli tam da bu sınıfın kendisidir. Mesele devrimcilikse, devrim yapmaksa, bu sınıfı devirmeden bu hakları elde etmek mümkün değildir. Bu, birinci nokta.
Ama bir başka kritik yanı daha var konunun. Şimdi devrim, devrim diyoruz. Gerçek bir devrim, kelimenin bilimsel ve en tam anlamıyla bir devrim, temel sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşüm anlamına gelir. Ama öyle durumlar olur ki, bir toplumda temel sınıf ilişkileri değişmeden de, radikal siyasal rejim değişiklikleri anlamında, bir dizi devrimci dönüşüm, bu anlamda devrimler olabilir. 1978’de İran’da bir devrim oldu mesela. 1974’de Portekiz’de bir devrim oldu. Bunlar siyasal devrimlerdir, bunları küçümsememek lazım. Ama yalnızca kurulu toplumsal düzenin kendi çerçevesi içine sığabilen siyasal sonuçlar yaratan devrimler bunlar. Kelimenin bu anlamıyla, bu sınırlar içinde birer devrim bunlar.
Ve gene aynı tartışmada Lenin’in dile getirdiği çok kritik bir düşünceyi hatırlatmak istiyorum. Onun tartışma boyunca anlatmaya çalıştığı temel noktalardan biri şudur: Siyasal demokrasi, diyor, bütün kapsamıyla kapitalist düzen içine sığar, teorik olarak sığar. Pratik olarak sığar mı? Pratik olarak sığmaz ya da çok zor, çok özel koşullarda sığar. Ama hemen ardından şunu da ekliyor: Kapitalizm koşullarında, şu veya bu temel demokratik istemi, az çok elle tutulur biçimde kazanabilmek bile, ancak bir dizi devrimle, ya da devrimci değişimle olanaklıdır.* Elbetteki en dar anlamıyla siyasal devrimi kastediyor. İşte Portekiz örneği. Tamam Salazar diktatörlüğü devrildi, bir dizi demokratik siyasal hak ve kurum kazanıldı, bu arada sömürgecilik de tasfiye edildi. (Edilmedi de artık adı kondu meselenin, yoksa sömürge halkları kendi özgürlüklerini kendileri ele geçirmişlerdi). Böylesine bir devrimci dönüşüm oldu. Bu kelimenin en dar anlamıyla, en sınırlı anlamıyla bir devrim. Bu sınırlı kapsamı nedeniyle bu tür siyasal olayları bir “devrimci hareket” olarak tanımlamak belki de daha doğru olur. Çünkü kelimenin bilimsel ve tam anlamıyla devrim; mevcut siyasal sınıf iktidarının devrilmesidir, yoksa siyasal biçiminin değiştirilmesi değil. İktidarın biçimi değişir, ama egemen sınıf egemenliğini korur. Portekiz’de Salazar’in faşist diktatörlüğü egemenken de aynı sınıf ya da sınıflar egemendi, bugün de. Aynı şey Franko ispanya’sı ile bugünkü İspanya için de geçerli. Daha başka bir örnek çağdaş Alman tarihinden verilebilir. Hitler varken de Alman tekelleri egemendi, bugünkü rejim varken de onlar egemen. Varsanız baksanız hepsi de aynı tekelci gruplar ayrıca. Yani mülkiyetin aynı sınıfın farklı grupları arasında bir el değiştirmesi bile sözkonusu değil. Siyasal iktidarın biçimi değişmiş, sınıf yapısı ve özü olduğu gibi ayakta kalmış.
Siyasal demokrasi ve devrim stratejisi
Burada, bu noktanın önemini kavramak bizi çok kritik bir başka tartışmaya götürüyor. Ona burada girmeyeceğim. Komintern’in 1930’lardaki faşizme karşı izlediği çizgiyi kastediyorum. Ben sorunu kendi taktik sınırları içerisinde ifade etmiyorum, bunu kastetmiyorum. Neticede faşizmi geriletmek ve püskürtmek o günün en acil ve canalıcı sorunuydu. Dolayısıyla buna uygun taktikler izlemek, faşizme karşı tüm güçleri birleştirmek gerekirdi, gerekliydi. Ama bu hangi stratejik hedefler içinde ele alındı, hangi stratejik hedefe bağlandı, ya da gerçekten stratejik hedef gözönünde bulunduruldu mu? Ortada ciddiyetle gözetilen bir devrim stratejisi gerçekten var mıydı? Yoksa taktiğin kendisi artık bir strateji haline mi gelmiş, onun yerini mi almıştı? Tartışmanın asıl kritik yönü, gerçekte özü, tam da burada yatıyor. Ve bu konu, uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimlerini toparlamanın bir başka temel alanı olarak duruyor önümüzde hala. Çünkü bunun yarattığı ve sonraki döneme miras olarak bıraktığı koca bir çarpık ideolojik tarihsel miras var. Ülkemizde faşizm var diyor bugün birileri ve bundan kendi geri devrim anlayışlarına dayanaklar çıkarmaya çalışıyorlar. Faşizmin olduğu yerde önce siyasal özgürlük kazanılır, sonra burjuvazi devrilir diyorlar. Siyasal özgürlüğü kazanmadan burjuvaziyi nasıl devireceğiz diye soruyorlar ve bundan demokratik devrim önyargısını sürdürmeye dayanaklar çıkarıyorlar. Yani bunu devrim stratejisinin temel dayanağı, asıl ekseni haline getiriyorlar. “Özü toprak devrimi” olan geleneksel demokratik devrim çizigisini bugün artık sürdüremedikleri için, kendilerine bu yeni stratejik dayanağı buluyorlar. Oysa Komintern, hiç değilse söylem planında, sorunun somut formülasyo-nunu taktik bir çerçeve sınırları içinde yapıyordu. Sermayenin o dönem emeğin kazanmalarına karşı bir genel saldırısı vardı. Siyasal özgürlükleri yoketmek ve emeği daha ağır koşullarda köleleştirmek için bir faşist saldırısı vardı. O gün için mesele, bu saldırıyı göğüslemek ve püskürtmekti. Saldırıyı göğüslerken de orta katmanların demokratik muhalefetinden yararlanmaktı. Mesele görünürde böyle konuyordu. Yineliyorum, sorun o zaman hiç değilse görünürde taktik çerçevede ortaya konuluyordu. Elbette bunun gerçekte hangi pratik sonuca vardığını, pratikte nasıl bir stratejik çerçeveye dönüştüğünü de biliyoruz. Öylesine ki, savaş sonrası dönemde, komünist partileri hükümetlerde görev alarak savaşın çöküşün eşiğine getirdiği kapitalist toplumun reorganizasyonuna bizzat katıldılar. Böylece de devrimci perspektiflerini tümden yitirdiler. Ve şimdilerde, bu olumsuz mirastan beslenen birileri, ülkede faşizm var gerekçesiyle, devrim stratejisini bu siyasal gerçeklik üzerine kurmaya, buradan giderek haklı göstermeye çalışıyorlar.
Siyasal strateji, yani devrim stratejisi, taşıdığı önem ne olursa olsun yalnızca bir siyasal gerçeklik üzerine kurulmaz. İktisadi-toplumsal-siyasal gerçekliğin tamamı üzerine kurulur. Mevcut sınıf egemenliği, mevcut sınıf iktidarı tanımlanır, bunun karşısındaki nesnel sınıfsal alternatif tanımlanır. Yani iktidar hangi sınıfın elindedir ve hangi sınıfın eline geçecektir? Her devrimin temel sorunu budur, iktidar meselesidir, bu anlamda iktidar meselesidir. Faşizmin demokrasiyle, demokrasinin faşizmle yer değiştirmesi, kendi başına ele alındığında, iktidarın sınıfsal bir el değiştirmesi değildir. Bu, aynı toplumsal temeller üzerinde, aynı sınıf ilişkileri çerçevesinde, bir siyasal rejim değişikliğidir, bundan ibarettir.
Sınıfsal iktidarın el değiştirmesi anlamında bir devrim stratejisi sözkonusu olduğunda ise, bir ülkede faşizmin varlığı, bu ülkede siyasal özgürlük mücadelesinin önemini, kapsamını ve derinliğini gösterir. Stratejik açıdan bundan öte bir anlam taşımaz. Yani kendi başına bir devrim stratejisinin dayanağı olmaz. Sadece demokrasi mücadelesinin ne kadar derin bir kapsama sahip olduğunu gösterir. Hitler’in egemen olduğu dönemde Almanya’da faşizm vardı diye, devrim stratejisi, faşizmi yıkarak yerine burjuva demokrasisini geçirme stratejisi olabilir miydi? Bunun olabilmesi demek, stratejik çizgide devrim perspektifinin yitirilmesi, burjuva-demokratik reform çizgisine kayılması demektir. Zaten iş buna götürüldüğü içindir ki dünyâ komünist hareketi devrimci perspektiflerini kaybetti. Bunun dünya komünist hareketini ne hale soktuğunu ise biliyoruz. 1945 yılının ardından, savaşın ardından, savaşın esas yükünü emekçiler çektiği, esas onurunu da komünistler taşıdığı halde, bütün o birikim burjuva düzeninin yeniden ihyasına hasredildi. Oysa savaş döneminde burjuvazi tüm ulusal ve demokratik değerlere ve çıkarlara ihanet etmişti. Burjuva toplum düzeni siyasal ve moral açıdan çökmüştü. Fransa bunun en iyi örneği idi. Ama savaş sonrasında aynı Fransa’da burjuvazi geçip iktidarı yeniden üstlendi. İktidar dizginlerini yeniden ele aldı.
Faşizme karşı siyasal özgürlük! Tamam faşizmi yıkacaksınız, siyasal özgürlüğü de ele geçireceksiniz. Faşizmi yıkmaktan ne anlıyorsunuz? Siyasal özgürlüğün kazanılması sizce nedir? Siz faşizmi mi yıkacaksınız, yoksa burjuvazinin faşist biçim içerisindeki siyasal sınıf iktidarını mı? Faşizmi burjuvazinin toplumsal sınıf egemenliğinden bir dış siyasal kabuk olarak sıyırıp almakla mı yetineceksiniz, yoksa bu toplumsal egemenliğin somutlandığı siyasal sınıf iktidarını, temel kurumlarıyla devlet iktidarını mı yıkacaksınız? Zira bu kabuk içinde burjuvazinin sınıf egemenliği var. Bu egemenlik faşist biçimle de bağdaşıyor, şu veya bu türden gerici biçimlerle de bağdaşıyor, burjuva demokratik biçimlerle de bağdaşıyor. Alman tekelleri faşizmle de yönettiler kendi toplumlarını, burjuva demokrasisiyle de yönetiyorlar. Daha ara biçimlerle de yönetebilirler. Siz dış kabuğu mu sıyırıp atacaksınız, yoksa devlet iktidarının gerçek sınıf özüne mi ulaşacaksınız? Soru ve sorun bu kadar basit.
Gelgelelim faşizme karşı siyasal özgürlük ya da aynı şey demek olan siyasal demokrasi, geleneksel hareketin yeni dönemde önplana çıkardığı temel stratejik formülasyondur. Artık geri iktisadi tahliller, bunlara dayalı açıklamalar sürdürülemediği için, artık toprak devrimine dayalı bir demokratik devrim denemediği için, devrim stratejisi siyasal demokrasinin yokluğu üzerinden gerekçelendirilmeye çalışılıyor. Ama bu arada şunu da gözden kaçırmamak gerekir. Asıl sorun, geçmişten devralınan, aşılamayan, aşılamadığı gibi gelinen yerde bir önyargı düzeyinde katılaştırılan burjuva demokratik ufuktur. Bu toplumda siyasal özgürlüğün yokluğu olgusu, geleneksel akımların ideolojik ve sınıfsal gerçeklikleriyle de birleşince, ortaya sözünü ettiğim katılaşma çıkıyor. Gerekçelendirilmesi değişse de hedefin kendisi değişmiyor, aynı ufuk aşılamıyor.
Bu toplum, Türkiye toplumu, siyasal özgürlüğü hiçbir zaman yaşamamış. Ulusal kurtuluş mücadelesi tarihine baktığımız zaman, gördüğümüz bu açıdan çok güdük kalan bir mücadeledir. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bilindiği gibi çok sınırlı bir anti-emperyalist yönü var. Demokratik yönü zaten daha başlangıçta bastırılmış. Demokrasinin gerçek dinamikleri ancak köylülük ve işçi sınıfı olabilirdi. Kemalizm bu dinamikleri bastırdı. Ve kemalist burjuvazi bu sınıfları kendi tam denetimine aldı. Kurtuluş savaşı içerisinde mevcut ya da muhtemel her türlü alt sınıflar inisiyatifini boğdu. Bir toprak devrimi ihtimalini her yolla boşa çıkardı. Dolayısıyla siyasal özgürlük mücadelesinin gerçek sosyal dinamikleri felce uğratıldı.
Peki sonuçta ne oldu? Kemalist burjuvazi tam denetimini kurduktan sonra, bazı burjuva demokratik siyasal reformları, üstyapı reformları dediğimiz sınırları içerisinde gerçekleştirdi. Ne yaptı? İşte dine bazı darbeler vurdu. Vurdu, bunu kabul etmek gerekiyor. Laiklik ne kadar güdük kalsa da, din yeni biçimler içinde devlet denetimine alınsa da, Mustafa Kemal’in attığı adım önemlidir, küçümsememek gerekiyor. Son dönemin Kürt hareketinin basıncı altında, onun tekyanlı bakışının etkisinde kalarak ya da tarihe karşı bir nihilizm göstererek, bu tür adımların kendi sınırları içindeki anlamını ve önemini görmezlikten gelmek yanlıştır. Bunu görmezlikten gelirseniz teokratik bir feodal monarşiden modern temellere oturmaya başlayan bir burjuva cumhuriyete geçişi anlayamaz, izah edemezsiniz. Burjuvazinin bugünkü çıplak sınıf egemenliğinin tarihsel köklerini bulup gösteremezsiniz. Ortada bir Hilafet vardır ve M. Kemal Hilafete kılıcı sallayıp bu Ortaçağ kurumunu atmıştır bir tarafa. Yerine tutup bir devlet kurumu olarak Diyaneti kurmuştur. Yani dini devletle o noktada tam ayırmâmıştır. Kabul, bu anlamda gerçek laiklik yoktur Türkiye’de. Bu bir yalan. Ama Hilafetin kaldırılması buna rağmen küçümsenecek bir olay değil. Bir siyasal yönetim biçimi olarak padişahlığın ilgası küçümsenecek bir olay değil. Tekke ve zaviyeler’in kaldırılması, yasaklanması vb. birer siyasal-kültürel reform olarak bunlar kendi içinde küçümsenebilir şeyler değil.
Ama diyeceksiniz ki, bunların maddi-toplumsal temeli olduğu gibi kalmıştı; feodal ilişkiler, serflik ya da yarı-serflik ilişkileri değişmeden kalmıştı. Onlar kalınca da, bu reformlar, üstten geldiği ölçüde, güdük ve sınırlı olmuştur. Kuşkusuz. Ama genellikle böyle olur. 20. yüzyılda özellikle bu böyle oluyor. Yani emperyalizm çağında, yani genel siyasi gericilik çağında, burjuvazinin tüm devrimci barutunu tükettiği bir çağda bu böyle oluyor. Kaldı ki, ben zaten asıl olarak Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı anlamlı bir demokratik siyasal birikimin olmadığını vurgulamaya çalışıyorum. Jön-Türk hareketini ve 1908 Meşrutiyetini saymazsanız (bunu elbetteki bu ön birikimi ve adımları küçümsemek için söylemiyorum), başı-sonu buydu burjuvazinin yaptıklarının. Yani 1919-1923 arasında ve bunu izleyen sonraki birkaç yıl içinde yapılanlardı.
Ondan sonrasına bakıyoruz, emekçi hareketinde uzun on-yıllar boyunca bir durgunluk var. Burjuvazi tüm demokratik barutunu tüketmiş olmanın ötesinde gitgide koyulaşan bir gericiliğin kaynağı ve baş temsilcisi haline gelmiş. Emekçi sınıflar ise etkin toplumsal dinamikler olarak henüz tarih sahnesine çıkamıyorlar. ‘30’larda ciddi bir şey yok, ‘40’larda ciddi bir şey yok, hatta ‘50’lerde ciddi bir şey yok. Ve nihayet ‘60’lara, Türkiye’nin sosyal mücadeleler tarihinde gerçek bir dönüm noktası olan yıllara geliyoruz. Bu yıllarda, kuşkusuz hızlanan kapitalist gelişme, bu gelişmenin modern sınıfları belirginleştirmesi, modern sınıf ilişkilerinin açığa çıkması ve bu temeldeki çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte, Türkiye’de tarih sahnesine ezilen sınıfların nihayet etkin biçimde çıktığını görüyoruz. İşçi sınıfının çıktığını görüyoruz, yoksul köylülüğü görüyoruz, kent yoksullarını görüyoruz, ilerici gençliği görüyoruz, nihayet ilerici aydınları görüyoruz bütün bunlarla birlikte. Kurtuluş Savaşı’nın onuru burjuvaziye verilecek o sınırlı reformlarını bir yana koyun, Türkiye’deki bütün demokratik birikim ve kazanım, bu ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda sağlanan neyse gerçekte odur. ‘80’li yıllar ise zaten bir gericilik dönemi, bir bastırma dönemi oldu.
Demokrasi sorununa ilişkin marksist bir teorik bakıştan yoksun olan, kapitalizm ile demokrasi sorunu ve mücadelesi arasındaki ilişkiyi bir türlü doğru anlayamayan kimi darkafa-lı siyasal akımlar tarafından ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki bu mücadeleler, demokratik devrim stratejisinin doğruluğuna kanıt olarak gösteriliyor. Oysa bu mücadele, tam tersine, tam da kapitalist ilişkilerin büyük sıçramalar yapması zemini üzerinde gündeme gelmiştir. Dikkat edin, alt sınıfların yığınsal demokratik çıkışları ‘30’larda, ‘40’larda değil, hatta ‘50’lerde bile değil, ‘50’lerdeki hızlı kapitalist gelişmenin temeli üzerinde, bu gelişmenin güçlendirdiği modern sınıf ilişkileri temeli üzerinde ancak ‘60’larda ve ‘70’lerde geliyor. Neden? Çünkü kapitalizmin gelişmesi ve yerleşmesi ile yığınların demokratik istek ve özlemlerinin büyümesi arasında organik bir ilişki var. Kapitalizm geliştikçe yığınlardaki demokratik özlemleri uyarır, demokratik istemleri güçlendirir.* Bakıyoruz, gerçekleşen şey tam da budur. Kapitalist gelişme sıçramasını yapıyor, bu zemin üzerinde yığınların demokratik özlemleri kabarıyor. Ve yığınlar bunlar uğruna sayısız mücadelelere giriyorlar. Bu mücadeleler içerisinde bu toplumun yarattığı demokratik birikimler, değerler, kurumlar ne ise, bu ülkenin gerçek demokrasi birikimi de gerçekte odur.
D. Perinçek gerçi bize “yüz yıllık bir demokrasi birikimi” çıkarıyor. Jön Türkler’den alıyor, İttihat ve Terakki’ye, oradan kemalistlere bağlıyor. Ve elbette ‘60’lardan itibaren de artık emekçiler inisiyatifi ele aldı, diyor. Genel planda alındığında “yüzyıllık birikim” iddiasına karşı çıkılamaz, bunun elbetteki bir anlamı var. Ama yüz yılın ilk 70 yılına baktığımız zaman gördüğümüz şey, 1908 hareketi ile ‘20’li yıllarda kemalist devrim kapsamına giren neyse ondan ibaret. Ama kemalist hareket derin bir siyasal gericiliği de daha baştan kendi içinde taşımıştır. Toprak devrimi ihtimalini engellemiştir, emekçi sınıflara hiçbir demokratik siyasal hak, basit bir sendika hakkı bile tanımamıştır. Tam tersine, önceki mücadeleler içinde ve Kurtuluş Savaşı döneminde fiilen kazanılan çok sınırlı hakları da, çok geçmeden terör ve zorbalıkla gaspetmiştir. Artı Kürt ulusunun varlığını bile inkar edebilecek bir aşırı gerici şovenist çizgide ırkçılığı kurumlaştırmıştır. Bunu ideoloji, kültür, eğitim ve siyasal yapı gibi tüm alanlara yaymıştır.
Öteki yüzü de işte budur bu yüz yıllık birikimin. Düşünün ki Perinçek’in bu “yüz yıllık birikim” değerlendirmesinde kemalist devrim çok özel bir yer tutar. Ama bugünkü demokratik siyasal sorunlara bakıyoruz, bir parça laiklik onurunu bıraksanız bile kemalistlere, öteki bütün sorunlarda bizzat onlar gericiliğe sağlam bir zemin, kurumlaşmış bir zemin kazandırmışlardır. İşçi sınıfının en ilkel demokratik haklarına bile katlanmamışlardır. İlerici hareketi her vesileyle ezmişler, en azgın bir komünizm düşmanlığını bir siyasal kültür haline getirmişlerdir. Şovenizmde işi Kürt ulusunun varlığını tümden inkar etme noktasına vardırmışlar. Bugün Kürt sorunu bu ülkede siyasal özgürlük sorununun en kilit halkası haline gelmiştir. Bu tam da bu şoven ve inkarcı tarihsel mirasla bağlantılıdır. Burjuvazi bugün faşizmi, siyasal gericiliği topluma egemen kılarken bu inkar kültüründen yararlanıyor. Eğer bu inkar kültürü toplumun gözeneklerine bu kadar derinlemesine sinmemiş olsaydı, resmi şovenizm bugün Kürt halkının uyanışı karşısında bu kadar tepkili olmazdı. Türk emekçileri bu gelişme karşısında bu kadar önyargılı davranmazdı. O inkar kültürünün yarattığı derin önyargılardır bunlar.
Bu ülkede gerçekten siyasal özgürlük mücadelesi tarihsel olarak çok zayıf kalmıştır. Toplumun demokratik birikimi çok zayıftır. Demokratik ilişkileri çok zayıftır. Demokratik kurumları çok zayıftır. Ve bize, bu verilerden hareketle yöneltilen, yöneltilecek olan soru şudur: Peki bu zayıflıklar ortamında, işçi sınıfı, emekçi katmanlar burjuvaziyi nasıl devirecekler? Demokrasiyi bile henüz kazanamamış olanlar, toplumsal devrimi nasıl başaracaklar? Bu soru, toplumsal devrim sürecini, bu süreç içinde demokrasi uğruna mücadele ile sermayeyi devirme mücadelesi arasındaki organik ilişkiyi anlayamamanın bir ifadesidir.
İşçi sınıfı ve emekçi katmanlar, tam da demokratik-siya-sal sorunlar temeli üzerinde başarılı bir mücadele içerisine girip, bu mücadele içerisinde bir siyasal eğitimden ve bilinçlenmeden geçmedikçe, zaten herhangi bir devrim yapamazlar. Yani sınıf iktidarı değişimi anlamında herhangi bir devrim yapamazlar. Siz isterseniz adını demokratik devrim koyun; neticede devrim yapmak için mevcut egemen sınıfı devirmeniz lazım. Kaldı ki aslında siz de pratik olarak aynı sınıf iktidarına işaret ediyorsunuz. Adını istediğiniz kadar işbirlikçi burjuvazi ya da komprador burjuvazi koyun; neticede devirmek için saptadığınız hedef, gerçek varlığıyla, Türkiye’de tekelci sermaye iktidarından başka bir şey değildir. Böyle olunca da, bize yöneltilen soruyu geri çevirip sahiplerine yöneltmek mümkündür. Eğer demokrasi mücadelesini düzen içi bir mücadele değil de devrim mücadelesi olarak ele alıyorsanız, bu durumda, “bütün bu zayıflıklar” ortamında, mevcut egemen sınıf iktidarı sizce nasıl yıkılabilecektir?
Dolayısıyla mesele basitçe şudur: Siyasal özgürlük mücadelesini önemsemeden ve bu mücadelede mevziler kazanmadan elbette devrim mücadelesinde hiçbir ciddi gelişme umamayız. Ama eğer biz siyasal özgürlük mücadelesini az-çok ciddi bir başarıyla yürütürsek, bu başarının bizzat kendisi zaten egemen burjuva sınıf iktidarının devrilmesi süreciyle örtüşecektir, onunla aynı anlama gelecektir. Zira bu toplumda siyasal gericiliğin kaynağı burjuvazidir ve siyasal özgürlük mücadelesinin gerçek zaferi burjuvazinin devrilmesi anlamına gelecektir. Tarih meseleyi bizim karşımıza işte böyle çıkarmış, burjuvaziyi devirme mücadelesi olarak çıkarmış.
Deniliyor ki (ben bunu örneğin TDKP Röportajı’nda. gördüm); altyapıda her ne kadar feodalizm tümden gerilemiş, tasfiye olmuş olsa bile (eski görüşlerine kılıf giydirirken, eski programlarını revizyondan geçirirken söylüyorlar bunları), ‘80’li yıllara baktığımızda dinsel gericiliğin güçlendiğini, bir takım başka biçimler içerisinde toplumun Ortaçağ ideolojisine döndüğünü, bunların kuvvetlendiğini görmekteyiz... Güzel, gördünüz de, bunları güçlendirenin bizzat burjuvazinin kendisi olduğunu niye görmüyorsunuz peki? Burjuvazi bütün bunlardan yarar umuyor. Emperyalizmin ideologları Türk burjuvazisinin karşısına “ılımlı İslam”ı bir proje olarak çıkarıyorlar. Bugün tekkelerin, zaviyelerin serbest bırakılmasını, “sivil toplum kurumu” kabul edilmesini TÜSÎAD’ın dünkü başkanı Cem Boyner istiyor. TÜSÎAD kökenli ve ABD destekli Yeni Demokrasi Hareketi’nin temel taleplerinden biri de işte buydu. Yani gericiliğin bugünkü bayraktarlığını burjuvazi yapıyor. Şu MÜSİAD üyesi dediklerinizin hepsi birer modern burjuva gerçekte. “Asya’nın kaplanları” deniliyor bunlara. Yani Ortaçağ biçimlerinden yararlanarak, geri ideolojiden, geri değerlerden yararlanarak, emek sömürüsünü, artı-değer sömürüsünü daha kolay bir biçimde sürdürmeye çalışıyorlar bunlar. Bunların dinsel gericiliğe verdikleri desteğin, Ortaçağ artığı bir kültüre gösterdikleri ilginin gerisinde bu “modern” burjuva hesap var.
Toplumun ideolojisi gitgide daha çok Ortaçağ tonlarına kaçıyormuş! İyi de, bu, bizzat burjuvazinin ideolojisinin aldığı bir biçim olarak çıkıyor karşımıza. Kaldı ki bu Türkiye’ye ya da nispeten geri İslam ülkelerine özgü bir şey de değil. Bugün yeryüzünde dinsel ideolojinin en gerici biçimlerde kullanıldığı ülkelerin başında bizzat kapitalizmin kalesi ABD geliyor. Yani ne yaparsanız yapın, gelip aynı noktaya dayanıyorsunuz. Altyapıda kapitalist ilişkiler pekişirken, üstyapıda Ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültür güç kazanıyorsa, bu bizzat 12 Eylül gibi sermayenin bir faşist bastırma hareketinin özel itkisiyle ve onun düzlediği zeminde oluyorsa, bu bütün yolların burjuvazinin sınıf egemenliğine çıktığını, gidip orada düğümlendiğini göstermekten başka neyi kanıtlar ki? Siyasal gericiliğin temel kaynağı odur ve tersinden siyasal özgürlüğün baş engeli odur. Siyasal özgürlüğü kazanmak mı istiyorsunuz, o halde bu sınıfı yıkmak zorundasınız. Bizde siyasal özgürlük sorunu, kendi başına bir sorun olmaktan çıkmış, sermayenin sınıf iktidarını devirme genel sorununa, yani bir sosyalist devrime bağlanmıştır. Hepsi bu.
Ama sorunu mesela ÖDP tarzında formüle ederseniz, bunun liberal anlamda belli bir iç mantıksal tutarlılığı olur. Önce burjuva toplumu kendi içinde tam olarak demokratikleştirelim; yani bir burjuva sınıf iktidarını devirmek yerine, toplumun özellikle orta sınıflarına da dayanmasını bilerek, burjuvaziyle de uzlaşma kanalları arayarak, bu toplumda demokratik ilişkileri, demokratik değerleri, demokratik kurumları önce bir geliştirelim. Toplum bunları biraz alsın, edinsin, hazmetsin; bu arada işçi sınıfı da bu tam demokratikleşmiş toplum okulunda bir güzel okusun, eğitimden geçsin... Sonra bu demokratikleşmiş toplum zemininde, çağdaş ilişkiler ortamında, burjuvaziyle de bir hesaplaşmamız varsa, bunu da bir biçimde bir sonuca bağlarız. (Geçenlerde bu çizginin bizdeki fikir babalarından biri olan M. Belge’yi bir programda seyrettim, anlattığı şey kabaca buydu, O kadar da mantıksal bir çerçevede anlatıyordu ki!..)
Tarihsel olarak böyle bir düşünce tarzının temeli de var zaten. Lenin’in demokrasi sorununda Kautskizm ilgili tanımından daha önce söz etmiştim. Ne diyor Lenin? Kautskicilerin bütün bu demokratik istemleri bir bir formüle etmesi yanlış değildir. Yanlış olan, Kautskicilerin bunları barışçıl ve demokratik bir kapitalizm hedefi çerçevesinde fomüle ediyor olmasıdır. Biz ise bunları toplumsal devrim hedefi çerçevesinde formüle etmeli ve ona bağlamalıyız. Oysa, diyor, bizim darkafalı emperyalist ekonomistlerimiz, Kautsky’nin bu taleplere verdiği önemden kalkarak bu talepleri küçümsemek ya da reddetmek yoluna gidiyorlar. Bu taleplere göstermemiz gereken ilgiyi oportünizme verilmiş bir taviz sayıyorlar. Lenin, siz bu kafayla oportünizmi sadece güçlendirmiş olursunuz, diyor. Çünkü demokratik siyasal istemler yığınlar için ekmek, su ve hava gibidir. Bunlara gerekli ilgiyi göstermediniz mi yığınlara da ulaşamazsınız; onları politik bir eğitimden geçiremezsiniz, yarının iktidar mücadelesine hazırlayamazsınız, dolayısıyla toplumu devrimci bir tarzda dönüştürme mücadelesinde hiçbir sonuca ulaşamazsınız.
ÖDP’nin koyduğunun bir mantığı var dedim. Gelinen yerde yaşam pek ara biçimlere yaşam hakkı tanımadığı için, TDKP’nin mantığı zaten gelip ÖDP mantığı ile çakıştı. Emek gazetesi durmadan “demokratik devlet” sloganı atıyor. “Demokratik devlet”, gerçekte mevcut devletin demokratikleştirilmesinden başka birşey değildir. Yani aslında ÖDP’nin demokratikleşme dediği şeyin kendisinden başka bir şey değil. Durmadan “demokratik devlet” diyor, bunu öne çıkarıyor. Önce “demokratik devlet” demişlerdi, sonra bunu “demokratik Türkiye”ye çevirdiler. Şimdi bakıyorum, daha soğukkanlı bir biçimde, temel hedefi “demokratik devlet” olarak tanımlıyorlar. “Demokratik anayasa”, “demokratik ordu” diyorlar. Son derece mantıklı! TDKP çizgisinin yaşadığı evrime baktığımız zaman, samimilerse eğer, sorunu açıkça böyle koymaları gerekiyor. Ama bu, demokrasinin liberal programı dediğimiz şeyin ta kendisidir.
Demokrasi sorununda marksist devrimci tutumu ve programı başından beri EKİM temsil ediyor. Bir de bildiğiniz gibi ara bir konum ve tutum var. Tam da o küçük-burjuva ara sınıf konumuna denk düşen ve bizim geleneksel devrimci akımlar ya da küçük-burjuva devrimci demokrat akımlar dediğimiz akımların temsil ettiği tutum. Onlar bu meseleyi düzen içi bir reform mücadelesi olarak ele almayı reddediyorlar. Bu meseleyi devrimci bir tarzda çözmek istiyorlar. Ama yazık ki bu meselenin devrimci çözümünün ne anlama geldiğini kavramak yeteneğini de bir türlü gösteremiyorlar. Bu da bir gerçek. Bu kavrayışsızlık hiç de yalnızca basit teorik yanılgıdan gelmiyor. Son tahlilde, oturdukları sosyal zeminin, taşıdıkları sınıfsal kimliğin yarattığı bir bakış sınırlılığı var burada.
Dipnotlar
* ”Emperyalizmde bütün demokratik istemler, siyasal bakımdan elde edilmelerinin zor oluşu ya da bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyişleri anlamında ‘erişilemez’ istemlerdir.” (Marksizmin Bir Karikatürü..., Sol Yay., 1. baskı, s.45 -Red)
* “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir -ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir.” (Marksizmin Bir Karikatürü ... , s.23 -Red.)
(Program Sorunları Üzerine Konferanslar, Demokrasi ve Devrim, I. Bölüm, s. 42-59 / H. Fırat)