“Devrimci misyonunun tam bilincinde” bir devrimci...
Reşat Fuat’ın mezarı başında M. Belli’nin yaptığı konuşma...
Reşat Fuat öldü. On yedi yıl kapitalizmin zindanlarında geçen yarım yüzyıllık devrimci mücadele hayatı sona erdi.
Onun devrimci eylemi Yüksek Öğretmen Okulu sırasında öğrenciliğinden başlar. Emperyalizmin işgali altında mütareke yıllarının İstanbul’unda 1920, 1 Mayıs İşçi Bayramı günü emekçiler büyük bir gösteri yürüyüşü yaptılar. İstanbul proletaryasının bu anti emperyalist çıkışını öğrenci gençlik adına Talebe Birliği Başkanı olarak selamlayan Reşat Fuat idi. O daha yirmi yaşında bir üniversiteliyken toplumdaki en güvenilir devrimci gücün emekçiler olduğunu sezmiş ve emekçi-aydın dayanışmasını kurmak için payına düşeni yapmıştı.
İstanbul’un kurtuluş gününde, sonradan “Köy Enstitülerini kapatan Eğitim Bakanı” olarak ün salacak olan adaşının başında bulunduğu hilafetçi grubun karşısına dikilen oydu. Hilafetçilerin gerdiği, gerici slogan yazan bezi, kendi eliyle kara boyaya bulayan genç öğrenci lideri de Reşat Fuat idi.
Zaferden sonra yüksek öğrenimini parlak biçimde bitiren, Atatürk’ün teyzezadesi Reşat Fuat’ın önünde bütün kapılar açıktı. Ama o, eğitimini yeterli bulmadı. Almanya’ya gitti. Liebknecht’lerin, Luxembourg’ların izlerini hala taşıyan Almanya’ya. Orada Spartakist geleneği sürdürenler safında kendi doğal yerini buldu.
Reşat Fuat, yirminci yüzyılda Türkiye’nin çığırını açtığı milli kurtuluş savaşlarıyla, dünya proleter sosyalist hareketi arasındaki bağı görmüş ve çağımızda sonuna kadar tutarlı biricik devrimci yolun proleter devrimciliği yolu olduğunu kavramıştı. Ve Reşat Fuat o yolu tuttu. Çetin bir yoldu bu yol. İşkence odalarından, tecrit hücrelerinden, hapishanelerden geçen çetin bir yol. Ve Reşat Fuat o yolda yürüdü. Yılmadan, devrimci şerefini yüksek tutmasını bilerek yürüdü, gözünü ayırmadığı önündeki ufuklarda, geleceğin her türlü sömürüden arınmış, ileri mutlu Türkiye’sini görerek yürüdü.
O çetin yollarda, kurallara uygun biçimde yürümek, her babayiğidin harcı değildir. Gerçek devrimcinin özelliklerini taşımak gerekir. Yürüyebilmek için o yolda, devrimci misyonunun tam bilincinde olmalısın; o misyonun gerektirdiği yeteneklere sahip olmalısın; en derin anlamıyla yürekli olmalısın.
Reşat Fuat devrimci misyonunun tam bilincindeydi. En çetin sınavlarda başını dik tutabilmesi bundan ötürüdür. Devrimci olarak kendine güveni bundan ötürüdür. Güdük burjuva parlamentarizminin ürünleri icazetli oportünistlere karşı duyduğu küçümseme bu derin devrimci bilinçten ileri gelir.
Reşat Fuat devrimci misyonunun; toplumdaki çeşitli eğilimleri değerlendirme ve bunlar karşısında doğru davranışı saptama konusunda güçlüydü. İçinde yaşadığımız aşamada; bugünün Milli Kurtuluş mücadelesi şartlarındaki Türkiye’sinde tek doğru devrimci çizgi olarak Milli Demokratik Devrimi savunması bundan ötürüdür.
Reşat Fuat, devrimcinin o zorunlu özelliğine de sahipti. En derin anlamıyla yürekliydi. Enfarktüs bile gözlerindeki devrimci kıvılcımı donuklaştıramamıştır. Kurulu sömürü düzeninden yana olan güçler onun son nefesine kadar, siyasi eylemden mutlaka uzak tutulması gereken “Tehlikeli Adam” saydılar. Türkiye sosyalizminin ona en çok muhtaç olduğu bir dönemde Reşat Fuat’ı karanlık han odalarında fatura tercüme etmek zorunluluğunda bıraktılar. Reşat Fuat’lı bir sosyalist harekete, yani gerçek sosyalist harekete tahammülleri yoktu.
Böyle güçlü bir arkadaşımızı kaybettik. Reşat Fuat’lar yüzlerle gelmez. Onlarla da gelmez. Onun için kaybımız büyüktür. Ve tek tesellimiz, onun bu kadar bilinçle, bu kadar yürekle savunduğu Türkiye Emekçileri davasının zaferine O’nun taşıdığı sarsılmaz inancı bizim de paylaşmamızdır.
Türk Solu, Sayı: 40, 20 Ağustos 1968
“Seçilen yoldan hiç sapmadan yürümeyi bilmek...”
Hikmet Kıvılcımlı
I. -İki temel direği
Müslüman Türkiye’nin fakir fukara emekçi yığınlarının gerçek ülküsü, temel direklerinden birini yitirdi. Fakir fukaranın kurtuluş yolunda yani PROLETARYA SOSYALİZMİ yolunda Reşat Fuat Baraner kardeşimizin GELGEÇ varlığını toprağa verdik. Hepimiz oradan geldik oraya gideceğiz. Varlığın tek değişmez kanunu bu.
Namık Kemal: “Dünyaya geliş hüner değildir” demiş. Doğru gelişte hiç kimsenin bir “hüner”i yok. Ama “GİRİŞ” elbette hünerdir. Tutulacak yolu seçmek hünerdir. Seçilen yoldan hiç sapmadan yürümeyi bilmek hünerdir. İnanç yolunun sonuna dek dağları göğüsleye göğüsleye cöngül ormanlarını aça aça ilerlemek hünerdir.
Atina Kentinin peygamberi Solon, bizim vaktiyle Karya adını almış Ege toprağımızda Dünya hâzinelerine sahip Kaarun’a “Sonunu bilmiyorum” demişti. Ve Kaarun, alevler içinde yanarken: “Solon! Solon!” diye inlemişti. Sonuna dek, gözünü budaktan sakınmaksızın inanç yolunda ŞAŞIRMAMIŞ, kimseyi ŞAŞIRTMAMIŞ ve KÜÇÜLMEMİŞ insanlara, bir ülkünün temel direği denir. Reşat kardeş fakir fukara emekçi yığınlarımızın o temel direklerindendi.
Sınıflı toplumda inanç temel direkleri seyrek yetişirler. Öyle bir temel direğimizi daha Türkiye Finans-Kapitalinin azgın günlerinde, 1959 yılı yitirmiştik. Onun gelgeç varlığının gömülüşüne bile felek bizi yetiştiremediydi. 15 Ağustos 1968 günü ikisini birden andık. 9 yıl önce, sessizce, dilsizce, devrilen o temel direğimiz, fakir emekçi yığınlarımızın yani BİLİMCİL SOSYALİZMİN, ilk (ama uydurma ilk değil, gerçekten ilk) sayılı öncüsü Doktor Şefik Hüsnü Deymer idi.
II. -Bir anı
Bu iki temel direğinin hiç unutmadığım bir anısı vardır.
Şefik Hüsnü liderdi. 1920-21 yılları emperyalist zırhlıları şimdiki gibi Yıldız Saray’ı önünde Türkiye fakir fukarasını yıldırmak için toplarını üzerimize çevirmişti. Kahırlı, karanlık, kısır, nankör yıllar sonsuzmuş gibi görünüyordu. 1923 yılı Birinci Millî Kurtuluş hareketi SİYASİ zafere erdi. Beş on işçiden başka hiç kimse işi anlamıyordu. Gözyaşı, zifos, beş parmakta on kara yağdı. Küskün, bezgin değildik. Aydınlık dışarıda kapanmış, içimizde açılmıştı.
Henüz bir yalçın yamaçtan kopulmuş bir korkunç uçuruma düşülmüştü. Ölenler gitmiş, kalanlar işe yetecekti. Bir Boğaz vapurunun göze çarpmaz sintinesine Şefik Hüsnü ile inmiştik. Ayakta durabilmiş kardeşleri, parmak hesabıyla sayıyor, ölçüyor, biçiyorduk. Kime güvenilecekti? Hepsi topu topu gene “Sen, ben, bizim oğlan!” kalmıştık...
Şefik Hüsnü, pembe paşa çocuğu yüzünde hiç tükenmeyen uslu iyimserliği ile gülümsedi. Tanınmamak için uzattığı sivri “müsyü” sakalını sıvazladı. Sarı “Makedonya bıyıklarının” arasından dost Selanik şivesiyle yavaşça fısıldadı:
- Dur bakalım... dedi. Bir çocuk var, Almanya’dan geldi.
- Orada mı?
- Evet... dedi. Okuyor.
- Sevinçle sordum:
- Nasıl bir çocuk?
- Karayağız. Hemen hemen sen yaşta... dedi. Ciddi. Çok çalışıyor. Ondan umutluyum. İyi yetişecek. Görürsün.
Adını söyledi. Oracıkta unuttum. Adlar akılda mı kalır?
1931-32 yılları Elazığ’dan dönmüştüm. Tekke odasının alacakaranlığında bir esmer delikanlı yoklamaya geldi. Bazı kimseleri anlayamıyordu (Anlayamadıkları tip tip kurusıkı yol arkadaşıydılar) üzülüyordu kimi küçüklüklere...
“Papaza kızabilirdi. Orucu bozacak mıydık?”. “Hayır!” dedi yağızca delikanlı. Asıl konuya geçtik. Bu genç adam, Şefik Hüsnü’nün dört beş yıl önce umut bağladığı “ÇOCUK”tu. Adı Reşat. Şimdi gönlümüzde Şefik Hüsnü ile yan yana yaşayan Reşat Fuat Baraner!
III. -Arkadaş-yoldaş
Kimdi o kara gün ülkücüsü iki insan?... Ayrıntılarına girmeyelim.
Arap “El insan halitat’ül hata ven nisyan!” demiş Derviş Yunus: “Ben Âşık’ı biçareyim, Baştan ayağa yareyim!” demiş. İnsan olarak Şefik ve Reşat ülkücülerimiz de elbet: “Yanlışların ve unutkanlıkların karışımı”, “Baştan aşağı yare” idiler. Ne var ki ömürlerinin sonuna dek inançta şaşırmadılar, şaşırtmadılar, inançta küçülmediler.
Onları bir tek sözcük özetleyebilir: “ARKADAŞLIK.”
Her yolda olduğu gibi, emekçi fukara ülküsü yoluna düşmüş SON savaşçılar içinde iki türlü arkadaş vardır.
Birisi, her gün, adım başında tümen tümen rastladığımız arkadaş kalabalığı. Bunlara Almanlar “Mitlaufer” derler. Lenin de yerinde kullanır bu deyimi. Anlamı “Yol seğirticileri” demektir. Sizinle bir koşu yolda seğirtir, gösterişçi yol arkadaşları... Bunlara halkımız “KURUSIKI ARKADAŞLAR” der.
Kurusıkı arkadaşların çoğu, yol tepsi gibi düz, üstüne bal dök yala, oldukça en önde seğirtmeye bayılırlar. Kısa mesafe koşucularında hep “İLK BAŞTA” gelirler. İçlerinde Dünya Şampiyonu atletler bile bulunur.
Derken hava azıcık bozmaya görsün en bal dök yala burjuva sosyalizminin asfaltı bile dönemeçsiz olmaz. Hele yol yalçın yamaçlara, göz karartıcı uçurumlara dayandı mı o kimseciği beğenmeyip, kendisinden öne adam geçirtmeyen “Seğirtmenler”i aradınsa bul! Ansızın: “Sen, ben, bizim oğlan” kalmışsınızdır. Azınlıkta kalışınızı aptallığınıza verenler, cesaret buldukça kasıla kasıla “ANARŞİSTLİK” bilemedin: “FAŞİZME ORTAM HAZIRLAMAK” sayanlar, hep o tümen tümen türedi Mitlauferler, kurusıkı yol arkadaşlarıdırlar.
Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat, o “Mutlu-Kutlu”, “Başarılı” hatta “Aşırı” Mitlauferlerden değildirler. Sık sık boğucu savalarda kılıç artığı olmuş, yenilmiş, ama yok edilememiş: Sen, ben, bizim oğlanlardandır.
İnançlı Arap Emir’i Tarık Bin Zeyyad, Septe Boğazını geçer geçmez bütün gemilerini yaktı. Çok ihtiyatlı kurnaz tilkilerden olsaydı, kıyı kayalıkları arasında gemicikler, kaçamak kayıklar saklardı, Avrupa’ya, Asya’ya kaçardı. Kaçardı ama, geçtiği “dar boğaza” adını bırakamazdı. Septe Boğazına “Cebel-i Tarık Boğazı” denemezdi. “BURJUVA SOSYALİZMİ” küçülmüşlerin kolay rütbesidir.
Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat inanç boğazını geçince, kaçacak bir tek sal bırakmayan arkadaşlık er meydanının erleridirler. PROLETARYA SOSYALİSTİ’dirler. Onların arkadaşlarına başka bir ad gerekir.
Tarihimizde ömür boyu yalnız savaşın emrinde yaşamış insan geleneği eskidir. Yeniçeriler, çocuk yaşlarında ana kucağından, baba ocağından alındılar. Bir yol Hacı Bektaş Ocağına ayakbastılar mı artık savaştan ölüm var dönüm yoktu. Ölen şehit olur, kalan gazi olurdu. Yoldan ayrılan olmazdı. Bahtsız Yeniçeri atalarımız bu ölüm dirim arkadaşlığına “YOLDAŞLIK” demişler. Ne yazık ki bu derin anlamlı gelenekçil sözcük hak ettiği saygıyı ve ilgiyi görmüyor.
Reşat Fuat ve Şefik Hüsnü gelgeç varlıkları zamanında olduğu gibi, ebedi varlıklarında da yan yana ve baş başa, devrimci ve insancıl yolun iki ölmez jalonu, yol gösterici şaakulü olarak hayırla anılacaklardır. Devrimci için bundan büyük rütbe var mıdır?
Türk Solu, Sayı: 40, 20 Ağustos 1968
***
Reşat Fuat Baraner’in 1936 yılında kaleme aldığı özgeçmişi...
Ben, Reşat Fuat, 1902 yılında Selanik’te, küçük bir adliye memuru ailesinde dünyaya geldim. Balkan Savaşı’ndan sonra (1912) annem ve kardeşlerimle birlikte babamın bulunduğu Anadolu’ya geçtik. Konya lisesini bitirdim ve birkaç ay Anadolu-Bağdat demiryolu merkez idaresinde çalıştım (1922). Daha sonra öğrenime devam etmek üzere demiryolundaki işimden ayrıldım ve İstanbul Üniversitesi’ne yazıldım. Orada matematik okudum. 1925 yılında yarışmalı sınavı kazanarak Türk hükümeti hesabına teknik yüksek okulda okumak üzere Almanya’ya gönderildim. 1928 yılı başına kadar Almanya’da kaldım ve sonra Sovyetler Birliği’ne geldim.
Babam vefat etti. Biri doktor ve diğeri teknisyen, iki erkek kardeşim var.
Partiye girmeden önce, kurtuluş hareketi sırasında millî devrimci duygularım çok güçlüydü ve kardeşim işçi olduğundan, işçi sorunlarıyla ilgileniyordum. Millî savaş bittikten sonra Kemalistlerin politikası beni tatmin etmez oldu. Öğrencilik yıllarımda sosyal çalışmalarla ilgilenmiş, lisede bir öğrenci birliği kurmuş, okul bitinceye kadar 2 yıl boyunca başkan olarak bu birliği yönetmiştim. 1921 yılında küçük Arabson (?) kasabasında bir miting örgütledim ve millî kurtuluş görüşünü savundum. İstanbul Üniversitesinde öğrenci hareketine aktif katıldım ve fakültemizin öğrenci birliğine başkan seçildim, burada altı ay kadar çalıştım. Daha sonra üniversitenin öğrenci birliğinin yönetim kurulunda bulundum.
Tarihsel TKP’nin en yetkin önderlerinden biri olan Reşat Fuat Baraner, yarım asırlık siyasal yaşamının 17 yılını zindanlarda geçirir. Her defasında siyasal poliste tam bir direniş sergiler ve mahkemelerde siyasal savunma yapar...
* İstanbul Üniversitesi’nde eğitim görürken, 1925 yılında TKP’ye üye olur.
* Aynı yıl eğitim için gittiği Almanya’da marksist eğitimini derinleştirirken, Moskova’daki Dış Büro ile ilişki kurar.
* 1926 yılı sonunda Türkiye’ye döner ancak o dönemki MK’nın pasifizmi yüzünden fazla bir şey yapamaz.
* 1928’de Lenin Okulu’nda okumak üzere Moskova’ya gönderilir.
* Politik eğitimini tamamladıktan sonra 1930 yılında İstanbul’a gelir, il komitesinde görev alır ve Kızıl İstanbul dergisini çıkartır.
* 1931 yılında tutuklanır ve mahkûm olur.
* 1932 yılında Deftardar’da yapılan konferansta gıyabında MK’ya seçilir.
* 1933 yılında cumhuriyetin 10. yılı affıyla tahliye edilir.
* Hapisten çıktıktan sonra Moskova’ya gider.
* 1934 yılında KUTV’da (Doğu Halkları Komünist Üniversitesi) konferanslar verir.
* 1935 yılında MK sekreteri olarak ülkeye döner.
* Bu görevinden sonra tekrar Moskova’ya gider ve KEYK çalışmalarında yer alır.
* 1937’de Türkiye’ye döndükten hemen sonra tutuklanır, 1938’de serbest bırakılır.
* 1938 yılında yeniden TKP Genel Sekreteri olur (1938-1944).
* 1943 yılında askere alınsa da firar eder ve parti çalışmalarını sürdürür. Bu dönem TKP’yi toparlama sürecidir.
* 1944 komünist tevkifatında tutuklanır ve 9 yıl hüküm giyer.
* 1950’de DP affıyla dışarı çıkar.
* Çok geçmeden 1951 tevkifatıyla içeri tekrar alınır. Bu sürede Ankara ve İstanbul cezaevlerinde yatan Reşat Fuat, 1958’de tahliye edilir.
* Bundan sonraki yaşamını çevirmenlik yaparak sürdürür ve Türk Solu dergisinde yazılar yazar. Engels’in “Anti-Dühring”ini ve Lefebvre’nin “Karl Marx Hayatı ve Eserleri”ni çevirir.
* 12 Ağustos 1968’de hayatını kaybeder. Feriköy mezarlığında Şefik Hüsnü’nün yanına gömülür.
İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrenim yıllarında TKP’ye girdim (1925), öğrenci hücresinde ve öğrenci birliğindeki grupta çalıştım.
Berlin’de bulunduğum sürece ben her şeyden önce Marksizmi öğrenmekle uğraştım. Orada bir komünist hücresi kurduk ve bir öğrenci birliği oluşturduk ki, bu birlikte bir grubumuz vardı. Ben parti hücremizin sekreteri, bir süre kasadar, sonra da öğrenci birliğinin başkanıydım . Münih’te de Türk öğrenciler arasında bir birlik kurdum. Aynı zamanda Moskova’daki Dış Büroyla ilişki içindeydim ve bir süre İstanbul ile Dış Büro arasındaki irtibat alanında çalıştım. 1926 yılı sonunda birkaç ay için Türkiye’ye gittim, Menşevik MK’nın likidatörce pasifliği yüzünden bir şey yapamadım.
1928 yılı başında (Şubat 1928’de) Lenin Okulunda okumak üzere Moskova’ya gönderildim ve SBKP’ye devredildim. 1929 yılındaki parti tasfiyesi sırasında bir Troçkisti gizlediğim gerekçesiyle sert kınama aldım. Okul bitiminden kısa bir süre sonra Türkiye’ye gidecek olduğumdan kararı protesto edecek vaktim kalmamıştı. Ancak, daha sonra, söz konusu yoldaşın Troçkist olmadığı ortaya çıktı ve kendisi tekrar partiye kabul edildi. Bu, bizim sektörden Franklin adında Yugoslavyalı bir yoldaştı.
1930 baharında Türkiye’ye gittim. Orada İstanbul vilayet komitesi sekreterliğini üstlendim ve aynı zamanda merkezi boyutta irtibat işlerini yönetiyordum. İstanbul’daki sekreterliğim sırasında İstanbul vilayet komitesi organı olarak Kızıl İstanbul gazetesini çıkardım. Birkaç fabrika hücresi ve mühendis okulunda bir öğrenci hücresi ayrıca 1 Ağustos 1930 tarihinde militarizme karşı başarılı bir çalışma gerçekleştiren ve askerler arasında özel bildiri ve gazete dağıtan askeri bir hücre kurdum. Halim (Hasan Âli Ediz) yoldaş ve diğerleri tutuklandıktan sonra Muvakkat MK’ya koopte edildim ve merkezi olarak teşkilâtlandırma işlerine sarıldım, ama kadro yetersizliği yüzünden aynı zamanda İstanbul vilâyet sekreterliği görevimi de korudum.
Beni Moskova’dan bizzat tanıyan Ahmet Şerif Faik’in bir provokasyonu sonucunda 1931 yılı başında sokakta tutuklandım. 1 Ağustos 1930 davası sonucunda önce 2 ve ardından 4 yıla mahkûm oldum. Tutukluyken 40 parti üyesi arasında komünist eğitim çalışması düzenledim. 1 Ağustos 1931 davasıyla ilgili olarak askeri mahkemeye sevk edildim, ama ellerinde bana karşı hiçbir kanıt olmadığı için kovuşturmaya mahal olmadığına karar verildi. Şubat 1932 davasıyla ilgili olarak tekrar sanık olarak mahkemeye götürüldüm ve dava sonunda 15 yoldaşla birlikte tahliye oldum. Bu son dava sırasında susma grevi ve on gün süren ilk açlık grevini örgütledim. Daha sonra cezaevinde (İstanbul ve Ankara) eğitim işini sürdürdüm. Tahliye edilen 3 yoldaşın yeniden tutuklanması üzerine ikinci açlık grevini örgütledim ve bu açlık grevine tutuklu yoldaşlar da katıldı. Grev 14 gün sürdü ve sonunda bu üç yoldaş serbest bırakıldı. Grevin son günü ben 12 yoldaşla birlikte Ankara hapishanesine nakledildim ve orada kaldım.
Hapisten çıktıktan üç ay sonra tekrar Moskova’ya gittim. 1932 yılı başındaki parti konferansında MK’ne seçildim.
Moskova’da Doğu Halkları Komünist Üniversitesinde Türk sektörü başkan yardımcısı olarak çalıştım ve ülke sorunları hakkında konferanslar verdim. Bu işim yalnız bir sömestr devam ettikten sonra parti çalışması için yine Türkiye’ye gönderilmem kararlaştırıldı. Ancak, gitme olanağı bulunamadığından 1934 yılı sonuna kadar Moskova’da kaldım ve 1935 yılı başında MK sekreteri olarak parti işine başladım. Bütün illegal teşkilât işleri benim yönetimimdeydi, legal basım işlerini de ben yönetiyor ve Komünist Enternasyonal ile yazışmaları yürütüyordum. Politbüro üyeleri olarak biz (ben ve İsmail yoldaş) partinin illegal organını kurduk. Ben teknik zorluklar nedeniyle basılamayan iki propaganda broşürü yazdım ki, bunlardan biri daktiloda yazıldığı için dağıtılabilmişti. Bunun dışında illegal organımıza çoğu yazıları da ben yazıyordum.
Reşat Fuat