“Dünyanın her neresinde köle ve ezilen varsa, onlar için Lenin'in adı, umut ve kurtuluşun simgesidir...”
Lenin'in kişiliği, büyük bir önder olmakla büyük bir insan olmanın mükemmel uyumunun ifadesidir. Bu kendine özgü niteliği yüzünden Lenin'in anısı -Komün savaşçılarının şanlı şehitleri için Marx'ın kullandığı sözleri yinelersek- her zaman “işçi sınıfının yüce yüreğinde kutsanarak saklanacak”tır. Sahteyle gerçeği; kibirle alçakgönüllülüğü, boş böbürlenme ile gösterişsiz sevgiyi, en ufak kuşku duymaksızın derin sezgileriyle hemen ayırır emekçi kitleler.
Ben, unutulmaz önderimiz ve arkadaşımızın anılarına ilişkin belleğimde ne varsa, en küçük ayrıntılarıyla anlatmayı kendim için bir görev saymaktayım. Bu benim, Vladimir İlyiç'e ve onun bütün yaşamını adadığı proleterlere, emeğiyle geçinen insanlara, yani sömürülenlere ve dünyanın herhangi bir yerinde kendi isteği dışında köle gibi çalıştırılanlara karşı borcumdur. Bu, onun bütün sevgisini verdiği devrimci savaşçılara, daha iyi bir toplumsal düzenin kurucuları olarak gururla baktığı yoldaşlarına karşı yerine getirmek zorunda olduğum bir görevdir.
Lenin’le, “tüm dünyayı sarsan Rus devriminin patlayışından sonraki ilk karşılaşmam, 1920 sonbaharı başlarında gerçekleşti. Eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Kremlin'in Sverdlov Salonu'nda, Moskova'ya gelişimden hemen sonra katıldığım bir parti toplantısında karşılaştık. Lenin hiç değişmemiş görünüyordu; çok az yaşlanmıştı. Giydiği gösterişsiz ama dikkatle fırçalanmış ceketinin, onu ilk kez gördüğüm, 1907'deki Stuttgart İkinci Enternasyonal Dünya Kongresi'nde giydiği ceket olduğuna yemin edebilirdim. Her karşılaştığı yüzü bir sanatçının keskin gözleriyle inceleyen Rosa Luxemburg, o kongrede. Lenin'i göstererek bana şöyle demişti: “Şu adama iyi bak. O Lenin'dir. Başına dikkat et: Nasıl inatçı, ne kadar güçlü bir iradeye sahip.”
Lenin'in konuşması ve davranışları değişmemişti. Tartışmalarda çok canlı, hatta coşkuluydu. İkinci Enternasyonal Kongresi'nde olduğu gibi, şimdi de tartışmanın seyrini kaçırmamak için büyük bir dikkatle izliyor, kendine hâkim olma gücünün büyüklüğünü ortaya koyuyor ve düşünsel yoğunlaşma, enerji ve esnekliğini açığa vuran bir rahatlık gösteriyordu. Bunu, vurguları, uyarıları ve söz hakkı kendine geldiğinde yaptığı konuşmalarıyla açığa vuruyordu. En önemsiz bir şeyin bile keskin bakışlarından ve berrak zihninden kaçmadığını hissediyordunuz. Ben, her zaman olduğu gibi bu karşılaşmamda da, Lenin'in en karakteristik özellikleri olan sadeliği, içtenliği ve yoldaşlarıyla ilişkilerindeki doğallığı karşısında büyülenmiş gibiydim. Doğallığını özel olarak vurgulamak isterim, çünkü bende bıraktığı kesin izlenim, bu adamın başka türlü davranamayacağı idi. Onun yoldaşları karşısındaki tutumu, içinden geçenlerin en doğal biçimiyle dışa vurulmasıydı.
Lenin, bilinçle girdiği iktidar savaşını aynı bilinçle yürüten, nihai hedefini hiçbir tereddütte yer bırakmayan bir netlikle açıklayan ve Rusya proletaryası ile köylülüğüne yol gösteren bir partinin tartışmasız tek önderiydi. Parti, emekçiler tarafından, büyük bir güvenle ülkeyi yönetmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmak için görevlendirilmişti. Lenin, dünyadaki ilk proleter devletin üzerinde kurulduğu büyük ülkenin lideriydi. Onun düşünce ve özlemleri, Sovyet Rusya sınırlarının ötesinde bile milyonlarca insanın düşüncelerini yönlendiriyordu. Onun herhangi bir konu üzerindeki görüşü, benim ülkemin her yerinde kabul görür. Dünyanın her neresinde köle ve ezilen varsa, onlar için Lenin'in adı, umut ve kurtuluşun simgesidir.
Rusya'nın işçileri, “Yoldaş Lenin bize komünizmi gösteriyor. Bütün güçlüklere rağmen ona ulaşacağız” diyordu. Ve onlar, açlığın ve sefaletlerin olmadığı, sömürüsüz ve angaryasız bir toplum düşüncesiyle dopdolu, aç ve çıplak cephelere koşuyorlardı. İnanılmaz eşitsizliklerle kaplı bir ülkenin toplumsal ve ekonomik yaşamını temelden yıkıp yeniden kurmak gibi ancak devlerin kaldırabileceği bir görevi coşkuyla omuzlamaya hazırlanıyorlardı. Toprağa duydukları açlıkları doyurulan köylüler, “Belki geri döner de toprakları bizden geri alırlar diye toprak ağalarından korkmamız için hiçbir neden yok. İlyiç ve Bolşevikler, şanlı Kızıl Orduyla imdadımıza yetişirler”, diye düşünüyorlardı.
“Çok yaşa Lenin!” Bu, İtalya'da, Rus devrimini kendi kurtarıcıları olarak coşkuyla alkışlayan proleterlerin, sık sık kilise duvarlarını süsleyen sloganıydı. Lenin'in adı, Amerika, Japonya ve Hindistan'da, çıkarları varolan yasalarla korunanların egemenliğine meydan okuyanları birleştiren bir çığlık haline gelmişti.
Lenin’in konuşma tarzı ne kadar da basit ve alçak gönüllüydü! Son derece büyük bir tarihi görevi daha yeni başarmıştı ve hemen ardından omuzlarına sınırsız güvenin, en ciddi sorumluluğun ve hiç ara vermeksizin sürdürülen bir çalışmanın muazzam ağırlığı çökmüştü. Parti kitlesiyle tamamen kaynaşmıştı, onlarla aynı hamurdandı, tam anlamıyla içlerinden biriydi. “Yönetici” dedikleri tipe hiç benzemiyordu. Baskı kullanmayı hiçbir zaman istemezdi ve bu anlamda tek bir hareketi ya da yüz ifadesi yoktu. Böylesi yöntemler onun yapısına aykırıydı ve o gerçekten çarpıcı bir kişiliğe sahipti.
Kuryelerin askeri ve çeşitli sivil kuruluşlardan durmaksızın taşıdıkları haberlerin her birine mutlaka birkaç satırlık bir yanıt çiziktirip geri gönderiyordu. Gelen her not için kendine has dostça bir baş sallayışı ve gülümseyişi vardı. Bu, sevinçle aydınlanan yüzünün değişmez yanıtıydı. Toplantılarda acil sorunlar üzerinde görevlilerle zaman zaman yaptığı görüşmelerde sorunu başkalarına havale etmez, bizzat kendisi incelerdi. Toplantıya ara verildiğinde, Lenin, tam bir saldırıya uğrardı; dalgalar halinde Petrograd'dan, Moskova'dan ve hareketin diğer merkezlerinden gelmiş erkek ve kadınlar bir anda sarıverirdi çevresini. Hele gençler çevresinde etten bir duvar örerler ve onu soru sağanağına tutarlardı. Her biri kendi düşünce ve tasarılarının onun tarafından onaylanmasını ister; dilekçe, soru ve öneriler dolu gibi yağardı.
Lenin, kendisiyle konuşmak isteyen hiçbir yoldaşını geri çevirmezdi. İster Parti'ye ilişkin olsun, isterse kişisel, ona aktarılan her sorunu, her şikayeti büyük bir dikkat ve anlayışla dinler ve mutlaka yanıtlardı. Onun gençlerle nasıl anlaştığını görmek insanı çok duygulandırırdı. Gençlerle ilişkisi yoldaşçaydı; onda, yaş farkını üstünlük gibi gören orta yaş grubunun buyurganlığına, kibir ve bilgiçliğine rastlamak imkansızdı.
Lenin her zaman eşitler içinde bir eşit olarak davranırdı. Onda iktidarı elinde tuttuğuna, belirleyici ve egemen kişi olduğuna dair en küçük bir işaret göremezdiniz. Parti içindeki otoritesini; ideal bir önder ve yoldaş olarak yaratığı saygınlıkla, onun her zaman anlayışlı olduğunu ve karşılığında da anlayış beklediğini kavrayanlara gösterdiği saygının üstünlüğüyle kazanmıştı. Lenin'in çevresine yaydığı dostluk dolu havayla, Alman Sosyal Demokrasisi'nin “Parti Babaları”nın ceberrut tavırlarını karşılaştırmak, beni çok üzmüştür. “Alman Cumhuriyeti'nin Herr Pressdent'i” olarak Sosyal Demokrat Ebert’in önümüze serdiği tatsızlık ve onun burjuvaziyi maymun gibi taklit etmeye kalkışması, bana saçmalığın son perdesi gibi görünür. Ebert, insan onurunu yansıtan sağduyuyu tamamen yitirmiştir. Elbette bu centilmenler, Lenin gibi “bir ihtilal yapmaya kalkışmak ihtiyatsızlığını ve çılgınlığını” asla göstermediler. Ve onlarla birlikte burjuvaziyi savunmak, Ebert'i, yasak savan konuşmalarla tarihsel gelişmenin önüne set çekme çabasına itecektir -taa ki, sonunda devrim burada da tarihi hazırlık safhasından, olayların zorunlu tarihsel akışından, sıçrayıncaya ve bu toplumun içinde de gürleyinceye kadar: "Kendini koru!"
(...)
(Çağdaşlarının Gözüyle Lenin, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, s.11-14)