Burada yayınladığımız metin, yazarın Nisan 2000 tarihinde kamuoyuna sunduğu hacimli “Bir ‘iç savaş’ güncesi: Parti’yi, proletaryayı ve komünizmi savunma yazıları” başlıklı derleme kitabında yer alıyor. Kitap o güne kadar saflarında yer aldığı partide (MLKP) yürüttüğü iç tartışma ve mücadelelerin belgelerinden oluşuyor. Garbis Altınoğlu’nun “Türk-Ermeni Ulusal Sorunu Üzerine Tezler” başlıklı yazısına da yıllar önce (14 Mayıs 2005, Sayı: 2005/19) Kızıl Bayrak’ta yer vermiştik.
“Anadolu’nun Solan Renklerinden Ermeniler ve 83. Yılında Büyük Ermeni Jenosidi” adlı yazıyı gözden geçirdim. Yazıyla ilgili gözlemlerimi iletiyorum.
a) Yazıda çok fazla yazım hatası ve çok daha az olmakla birlikte tümce ve anlatım hataları var. İşaretle gösterilmiş olan bu yazım hatalarının ve daha az olan tümce ve anlatım hatalarının düzeltilmesi gerekiyor.
b) Yazının tek bir kaynağa -Yves Ternon’un Ermeni Tabusu adlı yapıtı- dayanarak hazırlandığı anlaşılıyor. Bu, ister istemez başlı başına yazıyı zayıf ve yüzeysel kılan bir faktör olarak işlev görüyor ve yazarı büyük ölçüde Yves Ternon’un yargı ve değerlendirmelerine bağımlı kılıyor. Yazı, eğer yayımlanacaksa, içeriğe ilişkin bazı düzeltmeler de yapıldıktan sonra Yves Ternon’un Ermeni Tabusu adlı kitabının tanıtımını yapan bir yazı biçiminde yayımlanmalıdır.
c) 3. sayfada şu tümceleri okuyoruz:
“600 yıllık tarihe sahip Osmanlı İmparatorluğu’nun son ve çöküş yüzyılı olan 19. yüzyıla değin Ermeniler, Osmanlı egemenliğinde esasen ciddi bir sorun yaşamadan, özerk bir statüde yaşadılar. Osmanlı yönetiminde ‘millet sistemi’ altında daha özerk bir konumu yaşayan Ermeniler, devlet ve toplum içerisinde de etkin bir öğe oldular.”
Burada, her şeyden önce yazar arkadaşın, Kürt ulusal hareketinden devralınan ulusalcı ve oportünist bir önyargıyı dile getirdiğini görüyoruz. Bu önyargıya göre, Osmanlı devletinde çeşitli toplumlar/halklar ciddi bir sorunla karşılaşmaksızın yaşamışlar, ama İttihat ve Terakki döneminden başlamak üzere saldırgan Türk ulusalcılığının ortaya çıkması, bu durumun değişmesine yol açmıştır.
Anadolu’da ve Trakya’da kapitalizmin gelişmesine ve değişik toplumları/halkları bünyesinde toplayan Osmanlı devletinin dağılmaya başlamasına bağlı olarak 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Türk-olmayan halklara karşı büyük bir vahşet sergileyen bir Türk ulusalcılığının ortaya çıktığı doğrudur. “Avrupa’nın Hasta Adamı”nın mirasından pay kapmak isteyen çeşitli sömürgeci ve emperyalist devletlerin mahkum edilmesi gereken müdahale ve kışkırtmalarını unutmaksızın, kendisi de oluşum sürecinde bulunan Türk burjuvazisinin Türk halkını da ortak ederek başka halklara uyguladığı vahşete karşı tutum almak demokrat olmanın olmazsa olmaz bir önkoşuludur. Ancak, hiç kimse, hele Marksistler, bu olgulardan hareketle Osmanlı dönemini, “halkların barış ve huzur içinde yaşadığı bir asr-ı saadet” olarak göstermeye kalkışamaz. Henüz ulusların oluşmadığı dönemde ya da onların oluşmamış olması ölçüsünde, Osmanlı devletinde bir “ulusal baskı ve özümleme” elbette yoktu; olamazdı da. Sistemin ayakta kalmak için, maddi ve tarihsel zemini oluşmamış olan bu türden bir baskıya doğal olarak gereksinim duymaması, hiçbir biçimde bu türden kapitalizm-öncesi devletlerin “hoşgörü”sünün vb. bir belirtisi olarak görülemez ve gösterilemez. Ve bizi, etnik grup ayrımı yapmayan/yapamayan ya da belki de daha çok birincisini kayırmak kaydıyla bir Müslüman-Hristyan ayrımı yapmakla yetinen feodal bir imparatorluğu idealize etmeye götüremez.
En azından 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan zaman diliminde Osmanlı devleti, en üst devlet görevlileri de içinde olmak üzere hiç kimsenin yaşamının vb. hiçbir yasal güvencesinin bulunmadığı, emekçi yığınlarının kamçı, kılıç ve darağacı tehdidi altında acımasızca sömürüldüğü ve sorgusuz ve yargısız katledildiği, tüm uyruklara karşı keyfi ve topyekün bir terörün uygulandığı ve ekonomik bakımdan durağan ve çürüyen bir feodal-militarist imparatorluktu. Böyle bir devletten, gene vahşi ve saldırgan da olsa bir Türk burjuvazisinin yönetiminde ve geri de olsa kapitalizmin ve ona özgü üstyapı kurumlarının gelişmekte olduğu bir cumhuriyete geçiş, tarihsel açıdan bir gerileme ya da duraklama değil, bir ilerleme anlamına gelmektedir.
Geçerken burada, basınımızda neredeyse yerleşik bir önyargı haline gelmiş olan bu hatanın altını çizmek istiyorum. Kemalizme ve Kemalist yanılsamalara karşı savaşımda ölçünün kaçırılması, Kürt ulusalcılığının etkileriyle birleşmiş ve Türk burjuva cumhuriyetinin toplumsal gelişme açısından feodal Osmanlı İmparatorluğu’na göre daha ileri bir evreyi temsil ettiğinin adeta unutulmasına yol açmıştır. Osmanlı döneminin idealize edilmesi, bizim ya da genel olarak ilericilerin değil; gericilerin, İslamcıların, faşistlerin ve bağnaz Türk ulusalcılarının işidir. Türk ulusalcılarıyla PKK da içinde olmak üzere her tür ve renkten Kürt ulusalcılarının, Osmanlı’yı Kemalist burjuva cumhuriyetine yeğleme ve ondan daha olumlu görme noktasında birleşmiş olmalarıysa tarihin ilginç bir cilvesinden başka bir şey değildir. Bizim, bu “güzide topluluğa” katılmamız gerekmez.
Şunu da ekleyeyim: Bir Marksist, şu ya da bu sayıda Ermeni’nin Osmanlı hanedanına hizmet etmesinden, Osmanlı devlet bürokrasisi içinde önemli görevlere gelmesinden hareketle “Ermeniler, devlet ve toplum içerisinde de etkin bir öğe oldular” gibisinden sınıf-dışı analizler yapamaz. Bu yaklaşımın, Ferit Melen’lerin, Kamran İnan’ların, Hikmet Çetin’lerin vb. bugünkü Türk devlet aygıtı içinde önemli görevlere gelmesinden hareketle bizi, Kürtlerin “devlet ve toplum içinde etkin bir öğe oldukları”na inandırmaya çalışan Türk gerici egemen sınıflarının sözcülerinin yaklaşımından özde herhangi bir farkı yoktur. Henüz uluslaşmamış olan değişik etnik toplulukları feodal zorbalıkla yöneten Osmanlı hanedanının boyunduruğu altındaki bu sistemde ulus kimliklerinin oluşmamış olmasına da bağlı olarak Arnavut, Rum, Kürt, Arap, Ermeni gibi farklı etnik kökenlerden gelen bürokrat ve yöneticiler, bu mevkilere Padişaha ve Saraya bağlılıkları ve kuşkusuz bir ölçüde de yetenekleri esas alınarak getirilmekteydiler. Yazar ne bunu anlayabilmiştir, ne de o dönemde kullanılan “millet” teriminin anlamının çağdaş ulusların oluştukları dönemde kullanılan teriminkinden bütünüyle farklı olduğunu ve daha çok dinsel aidiyete işaret ettiğini.
d) 3. sayfada şunlar da söyleniyor:
“Ermeniler tarihte üreticilikleri, emekçilikleri ve kültürel zenginlikleri ile tanınır. Üretimle içiçeliği ve emekçi karakterleri en belirgin özellikleridir. . . Barbar, kaba, intikamcı, kindar ve başka halkları arkadan hançerleyen türden özellikleri olmayan bir halktır. Tarihsel zorunluluk ve haklılıklarının dışında bir savaşçılıkları yoktur denilebilir. Ermeniler, birlikte yaşadıkları diğer halklara karşı hep hoşgörülü, saygılı ve barışçı olmuşlardır. Anadolu tarihinde cesur, sert, yurtsever ve emekçi karakteristikleriyle de öne çıkan ve tanınan bir halktır.”
Yazarın, her zaman olmasa bile genellikle, sömüren ve sömürülen sınıfları aynı kaba koyan “Ermeniler” terimi yerine “Ermeni halkı” terimini kullanması daha doğru olacaktı. Ama sınıf-dışı yaklaşımı buna olanak vermiyor. Üreticilik, emekçilik ve kültürel zenginlik gibi özellikler, esas olarak emekçi yığınlara özgü niteliklerdir; sömürücü egemen sınıflara değil. Öte yandan, bu pasajdaki “Ermeniler” sözcüğünü çıkarıp yerine “Aztekler”, “Kmerler” ya da “Sırplar” sözcüğünü koyduğumuzu düşünelim. Ne değişmiş olacaktır? Hiçbir şey. Üreticilik, emekçilik, kültürel zenginlik gibi özellikler, herhalde yalnızca Ermeni halkının ya da dünyada yalnızca birkaç seçilmiş halkın değil, yere ve zamana ve içinde yaşanan sosyo-ekonomik formasyona göre değişen derecelerde de olsa halkların hemen hemen hepsinin sahip oldukları özelliklerdir. Ama, hiç kuşkunuz olmasın; bütün ülkelerin burjuva ve küçük-burjuva ulusalcıları kendi uluslarının ya da halklarının erdemleri ve olumlu özellikleri üzerine size benzer türden şeyler söyleyecektir.
Ermenilerin diğer halklara karşı hep hoşgörülü, saygılı ve barışçı oldukları savı için de şunları söyleyebiliriz. Birincisi, yukarda yapıldığı gibi Ermeni egemen sınıflarıyla Ermeni emekçileri bir kaba konarak aynılaştırılamaz. Bir Marksist, hangi hakla Ermeni feodal beylerinin ve krallarının diğer halklara karşı hep hoşgörülü vb. olduğunu söyleyebilir? İkincisi; gene yukarda yapıldığı gibi bu özelliklerin adeta başka halklarda olmadığı ima edilemez. Bir Marksist hangi hakla, bu özelliklerin diğer Anadolu ve dünya halklarında bulunmadığını ima edebilir? Üçüncüsü ve belki de en önemlisi; bir Marksist, Ermenilerin ya da başka herhangi bir toplumun/halkın tarih boyunca değişmeyen bir toplumsal öze ya da karaktere sahip olduğu anlamına gelecek sözler söyleyemez.
Yazarın sandığının tersine hiçbir yerde ve hiçbir zaman, tarih boyunca değişmeyen bir “halk gerçekliği” yoktur ve olmamıştır da. Bu saçma bir şey olurdu. Onun, çok ezilmiş ve büyük acılar çekmiş olan Ermeni halkını savunma tutumuna saygı gösterebilir ve bu “olumlu” güdünün etkisiyle kaleme sarılmasını anlayışla karşılayabiliriz. Ne var ki bilimin girdiği yerde duyguların rolü olamaz ve bir Marksist duygularının basıncı altında gerçekleri ve ilkeleri eğip bükemez. Ve gene bir Marksist, bir ahlak hocası edasıyla Ermenilerin başka halklara karşı hep hoşgörülü, saygılı, barışçı vb. oldukları türünden idealist ve gerçeğe de uymayan savlar ileri süremez.
Özellikle kapitalizm-öncesi dönemler açısından, şu ya da bu toplumun/halkın, kendisini oluşturan sınıfların niteliklerinden ayrı ya da onun ötesinde ve bir yere kadar o toplumun tümünü karakterize eden belirgin bazı kollektif niteliklerinden söz edilmesi çok tuhaf ya da Marksist tarih yazımı açısından kesinkes kabul edilmez bir şey değildir elbet. Ancak, bu tür analiz ve değerlendirmelerin burjuva profesörlerinin, burjuva ve küçük-burjuva ulusalcılarının ya da sokaktaki adamın yaptığı türden -Türkler böyledir, Araplar şöyledir gibi- metafiziksel ve idealist genellemeler üzerine oturtulamayacağı bilinmelidir. Eğer tarihsel materyalizme bağlı kalacaksak, böylesi değerlendirmeler yapmadan önce ilgili toplumun/halkın maddi (ekonomik, siyasal vb.) yaşam koşullarını, bu koşulların sözkonusu toplumun/halkın geleneklerini, düşünce ve davranış tarzını nasıl etkilediğini ya da biçimlendirdiğini ve bu koşulların zaman içinde nasıl değiştiğini somut bir incelemeye tabi tutmak ve tarihsel süreç içinde oluşmuş olabilecek böylesi kollektif niteliklerin bugün hala yaşayıp yaşamadıklarını soruşturmak zorundayız. Zorundayız; çünkü şu ya da bu toplumun/halkın barışçı ya da savaşçı, hoşgörülü ya da hoşgörüsüz olması vb. bütünüyle onların içinde yaşadıkları maddi koşullara, bu maddi koşullar temeli üzerinde biçimlenen “toplumsal karakter”lerine ve geleneklerine bağlıdır.
e) 4. sayfada şöyle deniliyor:
“Ulusal-demokratik taleplerle önce Balkan halkları ulus-devlet, ulusal bağımsızlık atılımıyla Osmanlı egemenliğine darbe vurmaya ve kendi geleceklerini ve yazgılarını kendileri belirlemeye başladılar. Balkan halkları (Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar) peşpeşe ulusal bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.”
Burada sözkonusu halkların kendi ulusal bağımsızlıklarını elde etmek için yürüttükleri savaşımın yalnızca bu halkları ve Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiren ve etkileyen bir sorun, adeta salt iki boyutlu bir olay olarak algılandığını görüyoruz. Oysa Marksistler gerek tekel-öncesi kapitalizm çağında ve gerekse tekelci kapitalizm çağında ulusal kurtuluş savaşımlarını daha geniş bir perspektiften ele alırlar; onlar şu ya da bu halkın ulusal kurtuluş savaşımlarını kendi başına ve kendi kendine yeterli bir olay gibi değil, dünya ölçeğindeki devrim ile karşı-devrim arasındaki kavganın çıkar ve gereksinimleri açısından değerlendirirler. Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Bilindiği gibi Marx, çarlığın gücüne ve nüfuzuna karşı -burada, çarlığın mutlak gücüne ve üstün gerici nüfuzuna karşı da denebilir- savaşımında Avrupa demokrasisinin çıkarları bakımından, Polonya’nın bağımsızlığından yanaydı. . . O andan başlayarak Marx’ın ölümüne kadar ve giderek daha sonralara, 1890′a kadar, Fransa ile ittifak kurmuş olan çarlığın gerici nitelikte bir savaşının patlak vermesi tehlikesi belirdiğinde, Engels, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde çarlığa karşı savaşılmasından yana oldu. Marx’ın ve Engels’in Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusal hareketine karşı oluşları yalnızca bundan ötürüdür. Marksizm ile, onu çürütmek için değil de başka nedenlerle ilgilenenlerin, o dönemde Marx ve Engels’in açık ve kesin bir biçimde, Avrupa’da ‘Rusya’nın ileri karakolu’ görevini yerine getiren ‘tümüyle gerici halklar’ ile ‘devrimci halkları’ (Almanları, Polonyalıları, Macarları) karşıt şeyler olarak kıyasladığına kendilerini inandırmak için, Marx ve Engels’in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını okumaları yeter.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s, 190-91)
Yazar arkadaşımız, Sırp ve Bulgar halklarının Osmanlı devletine karşı yürüttükleri ulusal kurtuluş savaşımından olumlu bir tarzda söz ederken Lenin’in Marks’a göndermede bulunarak sözünü ettiği bir gerçeği -o günün konjonktüründe Güney Slavlarının ulusal hareketinin gerici bir rol oynadığı gerçeğini- atladığını görüyoruz. O dönemde Çarlık Rusyası’nın koruması altında bulunan ve bu rejimin ileri karakolu rolünü oynayan Sırp ve Bulgar halklarının ulusal kurtuluş kavgası, Avrupa gericiliğinin kalesi konumunda bulunan Çarlığın elini güçlendirmeye hizmet ettiği için objektif olarak gerici bir rol oynamaktaydı. Bu halkların, Osmanlı despotizmine karşı savaşımının belli bir demokratik içerik taşıması, tablonun genelini değiştirmemektedir. Marx ve Engels’in sözkonusu yöntemsel yaklaşımı bugün de geçerlidir. Lenin aynı yazıda bu yaklaşımı şöyle formüle etmişti:
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı da dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir; bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır.” (Adı geçen kitap, s. 192)
Buna bağlı olarak, yazarın Ermeni soykırımını ele alırken, birkaç sözcükle de olsa, Alman, İngiliz ve Rus emperyalistleri arasındaki çekişmelere ve o sıralar İttihat ve Terakki kliği aracılığıyla Osmanlı devletini kendine bağımlı hale getirmiş olan Alman emperyalistlerinin Anadolu ve Mezopotamya’yı sömürgeleştirme planlarının ve onun İngiliz ve Rus rakiplerinin karşı ataklarının bu soykırımda oynadığı role değinmesi gerekirdi. Olayı, yalnızca Osmanlı-Türk egemen sınıflarının vahşetinin bir anlatımı olarak göstermek, başta Kayzer Almanya’sı gelmek üzere emperyalist devletleri bir ölçüde aklamak ve genel olarak Batı’da yaygın olan “barbar Türk” önyargısına kölece boyun eğmek anlamına gelecektir ve gelmektedir.
f) 13. sayfada şu satırları okuyoruz:
“Osmanlı devleti ve İttihat-Terakki hükümetinin mirasçısı olan Kemalist cumhuriyet rejimi, bir dinsel azınlık durumuna düşürülmüş Ermenilere karşı beyaz katliam ve diğer baskılarla soykırımcı politikayı 50′li yıllara değin aralıksız ve yöntemlice yürüttü.”
Burada dile getirilen düşünceler de doğru değildir. Cumhuriyet döneminde Ermenilere yönelik bir ayrımcılık ve hatta baskıdan söz edilebilir ve 1942 yılındaki Varlık Vergisi uygulaması ve 1955′te meydana gelen -ve esas olarak Rumları hedeflemiş olan- 6-7 Eylül olayları sırasında olduğu gibi bu ayrımcılık ve baskının daha üst düzeye çıktığı söylenebilir; ancak bu dönem için “beyaz katliam”, “soykırımcı politika” gibi terimler kullanmak, gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır. Ayrıca, basınımızda sıkça rastlandığı gibi burada da soykırım, soykırımcı politika gibi deyişler son derece gevşek ve keyfi bir tarzda kullanılmaktadır. Soykırım, bir halka karşı yürütülen katliam uygulamasının en üst düzeye, bir limite varmış biçimidir. Dolayısıyla bu kavramı bayağılaştırmamak ve yerinde kullanmak gerekiyor. Bizim propaganda ve analizlerimiz her zaman gerçeğe dayanmak ve ona sadık kalmak zorundadır.
g) 13 sayfada şu satırlara da yer verilmiş:
“Daha sonraki yıllarda Transkafkasya’da oluşan Ermenistan devleti, Ermeni vatanının yalnızca bir parçasıdır. Ermeni diasporasından Ermenistan’a bir kısım dönüşler olsa da hala büyük bir Ermeni nüfusu. . . vatansız yaşıyor.”
14. sayfadaysa aynı konuda şunlar söyleniyor:
“Bugün halihazırda bir Ermeni sorunu vardır ve gerçek çözümü Anadolu ve Mezopotamya halklarının birleşik devrim çözümüne bağlıdır. Kemalistlerin Lozan’da Ermenileri dinsel bir azınlık olarak kabul etmesi ve kimi haklar tanıması, Ermeni sorununun gerçek anlamda çözüldüğü anlamına gelmez. Zaten sorunu böyle koymak, Ermeni sorunu yoktur demek, özünde hiçbir fark taşımaz. Öte yandan Ermeni sorununun herhangi bir azınlık sorunu gibi ele alınamayacağı da açıktır. . . Diğer Anadolu halklarının özgürlük sorunundan farklı olarak Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle ortadan kaldıracak bir çözüme ihtiyaçları var.”
Her şeyden önce, yazarın Ekim Devrimi’nin genel olarak ulusal sorunun pratikte çözümü ve özel olarak da Ermeni halkının kurtuluşu açısından ileriye doğru atılmış dev bir adım olduğuna değinmemiş olması büyük bir eksiklik. “Transkafkasya’da oluşan Ermenistan devleti” herhangi bir Ermenistan devleti değil, bu halkın tarihinde ilk kez kurulan yeni tipte bir devlet, sömürülen çoğunluğun iktidarda bulunduğu Sovyetik bir Ermeni devletiydi.
İkincisi, Ermeni nüfusunun büyük bir bölümünün vatansız yaşamasından ötürü hayıflanmak ve “Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle ortadan kaldıracak bir çözüm” çağrısında bulunmak, teoride nostaljik ve gerici burjuva ve küçük-burjuva Ermeni ulusalcılığının savunuculuğunu yapmak ve pratikte, ulusal sürtüşme ve çatışmaları kışkırtarak, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da proleter devrimini frenlemek ve baltalamak anlamına gelecektir.
Soykırıma uğramış olan Ermeni halkı yeniden yaşama döndürülemeyeceğine göre, yazar arkadaşımızın “Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle birlikte ortadan kaldıracak bir çözüm”ü olsa olsa, “Batı Ermenistan” denen bölgenin Ermenilerin yerleşimine açılması ve bu bölgede bir Ermeni devletinin kurulmasına olanak verilmesi olmalıdır. Türk işçi ve emekçileri üzerinde Ermeni-karşıtı Türk ulusalcılığı ve şovenizminin önemli bir etkisinin bulunduğu, bu ulusalcılık ve şovenizmin Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen bölücülük demagojisiyle daha da beslendiği gözönüne alındığında böyle bir istemin ileri sürülmesi, Türk gerici egemen sınıflarının ekmeğine yağ sürmekten ve Türk işçi ve emekçileri üzerindeki zaten zayıf olan devrimci ve komünist etkiyi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.
Öte yandan, “Batı Ermenistan” denen bölgede, bugün esas olarak Kürt halkının yerleşik bulunduğu ve Kuzey Kürdistan’da bir ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü gözönüne alındığında, böyle bir çağrının bir başka açıdan da Türk gericiliğinin değirmenine su taşıyacağı bellidir. Böyle bir çağrı, egemen sınıflara, Kürt ve Ermeni halkları arasında bir gerilim yaratma fırsatı sunacak, Kürt halkının siyasal bakımdan daha geri kesimlerini Türk gericiliğinin demagojik propagandasının etkisine daha açık hale getirecek ve Kürt ulusal kurtuluş davasının tutarsız ve kararsız destekçilerini, daha geri bir noktaya çekilmeye özendirecektir. Türk Genelkurmayı’nın ve istihbarat servislerinin, Kürt ulusal hareketiyle Ermenilerin sözümona Türkiye-karşıtı planları arasındaki bağlar üzerinde yıllardır psikolojik savaş yürütmekte olmaları bizlere bir şeyler anlatmalıdır. İşçilerin ve diğer sömürülen yığınların dikkatlerini toplumsal sorundan uzaklaştırmak ve ulusal soruna çekmek, hemen hemen her zaman bizim değil, burjuvazinin ve gericiliğin işine yarar. Tartıştığımız sorunda, bunun tam da böyle bir sonuç vereceğini kestirmek için herhalde, ilkokul diplomasına sahip olmak yeterli olmalıdır.
Üçüncüsü, yazar arkadaşımızı gerçekçi olmaya ve ona bugün Türkiye’de sözcüğün gerçek anlamında bir Ermeni sorununun bulunmadığını anlamaya çağırmamız gerekiyor. Kendisinin de dile getirdiği gibi, geçmişte yapılan soykırım, göçertme vb.’nin sonucu olarak bugün Türkiye’de -büyük çoğunluğu metropollerde yaşayan- 50.000 dolayında Ermeni kalmıştır. Ne bu Ermenilerde, ne de Ermeni diyasporasında ciddiye alınır bir “Batı Ermenistan’a dönüş” özlemi bulunmamaktadır. Yani bugün, nasıl ABD’nde edimsel olarak bir Kızılderili sorunu yoksa, Türkiye’de de edimsel olarak bir Ermeni sorunu yoktur. Bütün bu nedenlerden ötürü, bugün “Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle ortadan kaldıracak bir çözüm” çağrısı, teoride saçma ve hatalı, pratikte ise gerici siyasal rol oynayacak bir çağrı olacaktır.
Bunun böyle olması, geçmişte şu ya da bu halka karşı yapılan tarihsel haksızlıkları unutmamız, bu haksızlıklara karşı çıkmaktan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor elbet. Ancak biz, masabaşı devrimcileri ya da nostaljik ulusalcılar değilsek ve gerçekten devrim yapma gibi bir derdimiz varsa, ülkemizin ve toplumumuzun bilimsel bir sınıf analizinden yola çıkmak zorundayız. Devrimci politika, gerçek durumun bilimsel analizi zemini üzerinde yükselir. Artık olmayan ve hangi biçimde ve hangi nedenle olursa olsun tarihin gündeminden düşmüş sorunları yapay bir tarzda diriltmeye çalışarak devrimci politika yapılamaz. Osmanlı-Türk gericiliğinin Ermeni halkına ve Kürt ve Türk halkları da içinde olmak üzere diğer halklara karşı işlediği suçların ve cinayetlerin hesabının sorulması, bu topraklarda proleter devrimini zafere ulaştırmaktan geçer. O halde biz dikkat ve enerjimizi gerçek sorunlar ve onların çözümünü gerçekleştirebilecek güçler üzerinde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve onun bağlaşıkları ve onların demokrasi ve sosyalizm kavgası üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Ulusal sorunun çözümünün anahtarı, dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de proleter devriminin zaferinden ve proletaryanın diktatörlüğünün kurulmasında yatmaktadır.
Yeri gelmişken burada, İbrahim Kaypakkaya’nın, Kürdistan’ın parçalanmasıyla işlenmiş olan tarihi haksızlığa ilişkin olarak aldığı bütünüyle doğru tutuma işaret edeceğim. O, “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Kürdistan’ın Lozan Antlaşmasıyla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü günün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş olan bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. ‘Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık’ olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir. ‘Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek’ gibi bir mahiyet taşımamaktadır. Bu nedenle komünistler onun düzeltilmesini istemek basiretsizliğini gösteremezler.” (Seçme Yazılar, s. 215-16, boldlar yazarın)
Onun bu satırları yazmasından çeyrek yüzyıl sonra, daha ileri şeyler söylemesi gereken bizlerin böylesi sığ sularda yüzmemiz, küçük-burjuva ulusalcılarına ve idealist burjuva profesörlerine yaraşır tartışmalarla uğraşıyor olmamız, herhalde hepimizi düşündürmelidir. Hem de derinden!
18-19 Mayıs 1998