Üçüncü yol kapitalizme çıkar,
tek yol sosyalizmdir!
SSCB dağıldıktan sonra, sözde sosyalizm/komünizm adına marksist-leninist ideolojiye saldırılar hız kesmeden devam etti. Bazen bu saldırılar öyle bir hal aldı ki, saldırganlar kapitalizm karşısında sosyalizm dışında bir alternatif bulunduğu gibi naif iddialarla ortaya çıktılar. Gün geldi, kendilerini sermaye sınıfının iki kesimi arasındaki çatışmaya yerleştirerek “üçüncü cephe” oluşturdular; gün geldi, sosyalizme açıktan saldırarak “üçüncü yol”cu oldular.
Bu “üçüncü yol”culardan biri, Cengiz Baysoy, 21 Eylül günü Özgür Gündem’de bu iddiasını ileri bir noktaya taşıyarak “Sosyalizm kavramı ‘demokratik özerklik’ kavramından geri bir kavramdır” başlığı ile bir yazı yayınladı. Yazı her ne kadar Özgür Gündem’de yayınlansa da, Cengiz Baysoy’un Kürt hareketi ile bir bağı bulunmuyor. Baysoy, aslında Otonom Yayıncılık’ın editörü, yani kendisine “Otonomist Marksistler” diyen anlayışın Türkiye’de önde gelen temsilcilerinden.
Kendilerine marksist diyen, ancak Marx’ı anlamayı bir türlü beceremeyen, anladığını sandığında da tahrif etmekten başka bir şey yapmayan Otonomcular’ın, sosyalizme yaptığı saldırıları aslında çok da ciddiye almak gerekmeyebilir. Zira bu çevre tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uzun yıllardır liberalizmin bayrağını taşıyor. Ne var ki, bu sefer Cengiz Baysoy şahsında Otonomistler, kendi çarpık ideolojilerini Türkiye’de Kürt hareketinin gündeme taşıdığı “demokratik özerklik” tartışmalarının teorik cephaneliği haline getirmeye çalışıyorlar, anlaşıldığı kadarıyla. Yani, İmralı zindanında “Lenin’i aştığını iddia eden” Abdullah Öcalan’ın teorik arka planını gerekçelendirmeyi bir türlü başaramadığı, bilumum liberal yazardan aldığı aforizmalarla gelişkin bir “belediye sosyalizmi”nden öte bir anlam yükleyemediği “demokratik özerklik”, Negri’ci Otonomistlerimiz’in eliyle yüceltilmeye çalışılıyor. Yani, içinden geçtiğimiz bunalımlar, savaşlar ve devrimler döneminde kapitalizmin çözümsüzlüğü derinleşir, sosyalizmin zorunluluğu her gün daha fazla hissedilirken, sözde “sol” cepheden sosyalizme yeni bir saldırı dalgası başlatılıyor. Cengiz Baysoy’u olmasa da, yaptığı tartışmayı ciddiye almak bir yanıyla bu nedenle gerekiyor.
Bununla birlikte, Cengiz Baysoy’un kiminle tartıştığı da aslında belli değil. Baysoy, yazısı ile “sosyalizm”, “sınıf” gibi kendi deyimi ile “büyük abi” kavramları kullanarak Kürt hareketini eleştiren politik güçlerle mi tartışmaktadır, yoksa Karaburun Bilim Kongresi’nde yazar Barış Yıldırım ile Rojava üzerinden girdiği polemiğe mi yanıt üretmek istiyor anlayabilmiş değiliz. Kendisi muhatabını açıkça ifade etmediği gibi, yazısı boyunca girdiği kavram karmaşasında daldan dala atlayarak gevezeliği ile “cahilliğini” de örtmeye çalışıyor.
Diğer bir cepheden ise; Cengiz Baysoy haddini aşan bir fütursuzlukla sosyalizmin temel kavramlarına ve sosyalizm savunusuna saldırıyor. Otonomistler’in, tüm teorik gevezelikleri bir tarafa siyasal bir irade ortaya koymayı bir türlü beceremedikleri gerçeği bu tabloyu bir parça anlaşılır kılıyor. Ancak “Rojava Devrimi”nin sosyalizm ve sınıflar gerçeği ile ilişkisi üzerinden sorgulanması, Cengiz Baysoy’a göre “cahillik” anlamına geliyor. Kendince bu sorgulamayı, “Allah kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” diyerek küçümseme yoluna giren Baysoy, aslında yazısı boyunca Otonomist Marksistlerimiz’in Marx’tan aslında tek bir kelimeyi bile doğru anlamadıklarını ortaya seriyor. İşte bu “cahil” cesaretinin, devrimci politikadan değil, kavram karmaşasından beslenen teorik lafazanlığın hak ettiği “değeri” görmesi de özel bir önem taşıyor.
Marksistler her toplumsal/siyasal gelişmeye sınıfların penceresinden bakarlar
Az önce de ifade ettik. Cengiz Baysoy’un ne kiminle tartıştığı, ne de ne tartıştığı belli değil. Sosyalizmin temel kavramları üzerinden başlayan bir tartışma, onun kalemi ile önce Rojava’ya, oradan sosyalizmin çözülüşünün sorunlarına, oradan ise Ricardocu emek-değer teorisine kadar uzanıyor. Ancak, tüm bu tartışmalar boyunca kendilerinin marksist olduğunu iddia eden Otonomistler’in, Marksizm’in üzerinde inşa edildiği temel kuramlara ne kadar uzak ve yabancı oldukları da ortaya çıkıyor.
Baysoy’un kaleminde, “sınıf” kavramı zaten daha başlarken “büyük abi” bir kavram olarak aşağılanıyor, ekonomi-politiğin karşısına “etik-politik” gibi bir kavram ile çıkılıyor. Elbette bu kavram sosyalizme yönelik liberal saldırıları bilenler için yabancı bir kavram değil. Ne var ki bu kavramı kullananların kendilerinde ciddi bir kafa karışıklığı olduğu da açık. Nasıl, Abdullah Öcalan İmralı zindanında “Lenin’i aştığını” iddia ediyorsa, “etik-politik” kavramı ile olayları anlamlandırmaya çalışanların önemli bir bölümü de zaten Marx’ı aştığını iddia ediyor. Neyse ki, Otonomistlerimiz halen cahil cesaretlerini bu noktaya taşıyabilmiş değiller. Bırakalım Marx’ı aştıklarını iddia etmeyi, onlar kendilerinin hala marksist olduğunu iddia ediyorlar.
Kuşkusuz burada, Marksizm’in gerçekten ne olduğu gibi bir tartışmaya girecek değiliz. Ancak bununla birlikte Marx’ın hayatını adadığı çalışmalarının temel çerçevesini ve Marksizm’in üzerinden yükseldiği temel kavramları hatırlatmak da bir zorunluluk. Bu açıdan Marx’ın, kadim dostu Engels ile birlikte kaleme aldığı en önemli eseri olan “Komünist Manifesto”nun giriş cümlesini hatırlamak yeterlidir. Zira, “Bugüne kadar ki tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir!” Yine, Marx’ın hayatını adadığı en önemli eseri olan Kapital’in içeriğini de sınıflar arası mülkiyet ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde ortaya çıkan sömürünün açıklanması oluşturmaktadır. Marx, hayatı boyunca kaleme aldığı tüm “politik” eserlerinde ele aldığı bu sorunlara bu eksen üzerinden yaklaşmış, her tartışmasında sınıflar gerçeğini özel bir tarzda gözetmiştir.
Sosyalizm ile komünizmi birbirinden mekanik bir şekilde ayıran Baysoy ise, sosyalizmi “Ricardocu emek-değer teorisinden kopamamak” ile eleştirmektedir. Burada sormak isteriz, Baysoy başta olmak üzere Otonomistlerimiz’in acaba Marx’ın, Ricardo başta olmak üzere kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılarından nerede ayrıldığını açıklamaları mümkün müdür? Eğer bilmiyor iseler biz hatırlatalım; Marx’ı kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılardan ayıran nokta üretim sürecindeki sömürü mekanizmalarını tanımlamasından başka bir şey değildir, bu ise doğrudan sınıflar arası ilişkilerin tanımlanması anlamına gelmektedir.
Tablo böyle iken, Otonomist “Marksistlerimiz” artık bir karar vermek zorundadır. Elbette, sınıf kavramını geride bırakmakta, “çokluk” gibi ne olduğu, ne ifade edildiği belirsiz kavramları kullanmakta özgürdürler. Burjuva liberaller gibi Lenin’in emperyalizm kavramını başka yerlere çekiştirerek “küreselleşme” değil ama “imparatorluk” kavramını da kullanabilirler. Ancak bir şeyi hatırlatmak isteriz ki, tüm bunları yaparken öncelikle üzerilerine giydirdikleri marksist sıfatını da terk etmek zorundalar. Bunu yaptıkları, yani değerlerimizi ve terimlerimizi taşıdıklarını ifade etmekten vazgeçtikleri koşullarda, istedikleri terimleri istedikleri yerde kullanmakta fazlası ile özgür olacaklarına teminat verebiliriz. Kaldı ki bu tablo bizi üzmez, tam tersine mutlu da eder. Zira sosyalizme (ya da kendi deyimleri ile komünizme) yapılan saldırılarda “gerçek komünistleri” rahatsız eden bir şey varsa, o da bu saldırıların sözde Marksizm ve komünizm adına gerçekleştirilmesidir. Yok eğer, “biz halimizden memnunuz!” diyorlarsa Marksizm’in eleştiri kırbacının sırtlarından eksik olmayacağı konusunda kendilerine garanti verebiliriz.
Rojava deneyiminden “demokratik özerkliğe” bakmak
Öyle görünüyor ki, bugüne kadar kendilerine politik bir kimlik yaratmayı başaramayan Otonomistler, gelinen aşamada kendilerine Kürt hareketinin teorisyenliği rolünü biçmiş görünüyorlar. Bunda Kürt hareketinin sol hareketin önemli bölümünü arkasından sürükleyen politik aktivizmi ile birlikte, Otonomistler’in ve Abdullah Öcalan’ın aynı liberal anarşizan kaynaklardan beslendiği gerçeğinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de ifade etmeliyiz ki, Cengiz Baysoy şahsında otonomistlerin kendilerine biçtikleri bu görev kendilerini kat be kat aşmaktadır.
Bununla birlikte Rojava deneyimi üzerinden sosyalizme saldıran Baysoy’un temel argümanı, “demokratik özerkliğin”, “komünalist bir demokrasi” içerdiği tespitine dayanmaktadır. “Demokratik özerkliğin” sözde devletleri reddeden söylemleri de bu tespitin arka planını oluşturmaktadır. Bunda Abdullah Öcalan’ın, devletlerin sınıfsal kimliği ve niteliği gerçeğinden özel olarak kaçınarak, ulusal sorun başta olmak üzere tüm sorunların kaynağını devletin varlığına indirgeyen yaklaşımı belirleyici olmaktadır.
Kuşkusuz, Rojava deneyimi her boyutuyla özel olarak irdelenmesi gereken bir deneyim durumundadır. Özellikle, emperyalist kapitalizmin bölgeye yönelik politikalarında temel belirleyenlerden biri durumuna gelen Rojava deneyimi, güncel politikalar ekseninde oldukça kritik bir önem de taşımaktadır. Ancak, güncel politikalar ekseninde taşıdığı tüm önem bir tarafa, marksistler için böylesi bir değerlendirme, yazarımızın hiç de hoşuna gitmeyecek şekilde sınıflar arasındaki ilişkiler ekseninde ele alınmak zorundadır.
Dolayısıyla, Kürt hareketinin abartılı aktarımları bir tarafa ne kadar demokratik bir işleyişe sahip olduğunu bilemediğimiz Rojava Özerk Yönetimi’nin sınıfsal karakteri temel bir tartışma konusudur. Ve Rojava “Devrimi”nin sahiplenicileri bu konuda en ufak bir söz dahi söyleyememektedir. Rojava üzerinden söylenemeyenler ise başka konularda yapılan tartışmalarda açığa çıkmaktadır. Abdullah Öcalan’ın “Kürt sorununu çözen bir Türkiye Ortadoğu’da şaha kalkar!” söylemleri ile legal Kürt siyasetinin sermayeyi Kürdistan’a davet etmek konusunda sergilediği ısrarlı tavır Rojava’daki pratiği hayata geçiren siyasal anlayışın sadece sermaye değil, devlet konusunda da nasıl bir yaklaşıma sahip olduğunu fazlası ile göstermektedir.
En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta ise, Rojava Özerk Yönetimi’nin çevresinde bulunan devletlerle ve emperyalist dünya sisteminin merkezinde bulunan devletlerle ilişki düzeyidir. Biliyoruz ki, Rojava Özerk Yönetimi halen, Suriye merkezi yönetimi ile doğrudan bir ilişki içerisindedir. Bununla birlikte Rojava’daki politik çizginin temsilcisi olan Kürt hareketinin politik olarak içinde salınım yaptığı asıl eksen emperyalist devletler arasındaki güç ilişkileri ve bu güç ilişkileri içerisinde kendisine bir yer edinebilme arayışıdır. Tablo böyle iken, Rojava deneyimi üzerinden “demokratik özerkliğin” devlet kavramını reddettiğini iddia etmek en hafif deyimi ile safdillik olarak ifade edilebilir. Tam da bu nedenle yazarın Kürt hareketinin devrimci değerlere saygısını yitirmediği iddiası da başka bir safdillik örneğidir.
Bu tartışma hiç de yazarın iddia ettiği gibi, Kürt hareketini proleter bir çizgiye sahip olmadığı için eleştirmek anlamına gelmemektedir. Kuşkusuz Türkiye sol hareketi içinde ulusalcı önyargılarını kıramamış, Kürt sorununa ve Kürt hareketine yaklaşırken de bu önyargıların üstünü örterek Kürt hareketine yönelik eleştirilerini bu eksene sıkıştıranlar da bulunuyor. Ancak gerçek marksist-leninistler, yani sınıf devrimcileri, Kürt hareketine yönelik temel eleştirilerini devrimci politikanın terk edilerek burjuva reformist bir çizginin harekete hâkim hale gelmesi temel gerçeği üzerinden yapıyorlar. Bunu ise ulusal hareketin doğası gereği kapsadığı farklı sınıflar arasındaki güç ilişkilerinden bağımsız ele almıyorlar.
Özcesi, Kürt hareketinin ve onunla doğrudan bağlantılı olarak “demokratik özerklik paradigmasının” temel eleştirisi devrimci değerlerin ve birikimin reddedilmesi üzerine oturmaktadır. Kaldı ki, ulusal hareketten proleter sosyalist bir çizgi beklenmiyor oluşu, ulusal sorunun da sınıflar üstü bir sorun olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer tüm sorunlar gibi ulusal sorun da her koşul altında özünde bir sınıfsal sorun, bir yoksul köylülük ve emekçi yığınlar sorunudur. Adına ister “demokratik özerklik” ister başka bir şey deyin, bu sınıfsal gerçeğin üzerini örtmeye çalıştığınız her adımın sizi sürükleyeceği nokta emperyalist kapitalist dünya sistemi ve burjuva reformist ideolojik çizgidir.
Rojava deneyimi üzerinden yürütülen sosyalizm tartışmalarının asıl karşılığı ise aslında içinden geçtiğimiz günler içinde oldukça net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yaklaşık on gündür IŞİD çetesinin Kobane üzerinden, Kürt halkına yönelik yürüttüğü saldırılar, sınıflar ve devlet gerçekliği içerisinde “demokratik özerkliğin” sınırlarını da ortaya sermektedir. “Demokratik Özerklik paradigması” sınıflar ve devlet arasındaki ilişkinin üzerini örterek tasfiyeci ve yozlaştırıcı bir karakter taşıdığı gibi, beslendiği asıl kaynak olan “ütopik sosyalizm”den de dersler çıkartmayı becerememiştir. Ütopik sosyalistlerin 1800’lü yılların ortalarında ve kuşkusuz farklı bir ölçekte ortaya koydukları pratik aslında bugünün “demokratik özerklik” tartışmalarına bakarken bir ayna işlevi görmektedir. Kurulu toplumsal düzeni kökünden değiştirmediğiniz her pratik sizleri hayal aleminde gezmeye ve gerisin geri kapitalist mülkiyet ilişkilerinin içine sürüklemeye mahkumdur. Kaldı ki, 1800’lü yılların “ütopik sosyalizmi” kendi içerisinde bir arayışın ve iyi niyetli bir çabanın ifadesidir. Sınırları çok geçmeden ortaya çıkan bu deneyim sadece teorik planda değil, Paris Komünü gibi deneyimlerle pratik olarak da çoktan aşılmış bulunmaktadır. Aradan neredeyse 150 yıl geçtikten ve sorunun özü tüm açıklığı ile teorik ve pratik olarak ortaya serildikten sonra benzer limanlara demir atmak, bu kez bir iyi niyetin değil açık bir tasfiyeciliğin ifadesidir.
Sosyalizm mi, komünizm mi?
Tüm bu tartışmalardan sonra nihayet yazarımızın asıl karın ağrısını oluşturan konuya gelmiş bulunuyoruz. Bu öyle bir karın ağrısıdır ki, reel sosyalizm deneyiminden öğrenmek ve eksikliklerini aşmak çabasından ziyade onu iğdiş ederek anlamsızlaştırmak çabasına dönüşmektedir.
“Dünyanın en güçlü kızıl ordusuna, en derin polis gücüne ve devletine sahiptik. Dünyanın üçte birini emperyalizmden koparmıştık. Fakat çözüldük, çürüdük ve çöktük. Bu hikâye sosyalizm kavramının hikâyesidir. Yaşadığımız dünyada bu kadar acı çekiliyorsa en önemli nedenlerinden biri bu hikâyedir” cümleleri ile koca bir tarihsel deneyimi aşağılayacak cüreti kendinde bulan Baysoy, bir de buna dünyanın içinde bulunduğu tablonun ve çekilen acıların faturasını sosyalizme kesme gafletini eklemektedir. İşte burası, yazarımız için cahil cesaretinin ve haddini bilmezliğin ulaştığı en son noktadır.
Kapitalizmin mutlak egemenliğini iddia eden burjuva ideologların bile ortaya attıkları iddiaları sorgulamak zorunda kaldığı bir dönemde sözde “komünizm” adına ortaya atılan bu savların açık ki elle tutulur bir yanı bulunmamaktadır.
Peki, bu basit ve mesnetsiz iddialar nasıl bir algının üzerine oturmaktadır? Yazarımızın temsil ettiği çizgiye göre, sosyalizm kitleler için bir özyönetim biçimi değil “temsili” bir yönetim biçimidir. Bu argümanın temel kaynağı ise bir kez daha halen devletin varlığında gizlidir.
Bu tartışma içinde hiç utanmadan bir de Marx’ı kendisine tanık gösterme gafletinde bulunan Baysoy, sosyalizm koşullarında ücretli emeğin reddedildiğini savunmakta, bu reddiye içerisinde devletin varlığının anlamsızlığını sorgulamaktadır. Yani Baysoy’a göre, reel sosyalizm deneyimi özgülünde “sosyalizm” kavramı burjuvaziyi bir sınıf olarak ortadan kaldırmasına rağmen mülkiyet hakkını devlete devrederek tarihsel bir yanılgı içerisine düşmektedir.
İşte bu nokta liberal anarşizmin kaynağıdır. Otonomistler’in Marx’ı zerre kadar anlamadıklarının bir başka kanıtını da burası oluşturmaktadır. Zira hem Marx, hem de marksist ideolojiyi gerçek devrimci içeriğine kavuşturan ve pratik bir deneyim ile birleştiren Lenin’in anarşizm ile yaptığı tartışmaların bu baylar için zerre kadar bir hükmü bulunmamaktadır. Gerçi, hem yazarımız hem de savunduğu çizgiyi farklı noktalardan sahiplenenler için Lenin çoktan “aşılmıştır”, dahası reel sosyalizm deneyiminin de gösterdiği gibi Lenin, dünyada çekilen acıların “biricik sorumlusudur!”.
Lenin’e ve Bolşevizm’e yönelen bu haddini bilmez saldırganlığı bir kenara koysak bile, az önce de ifade ettiğimiz gibi “aşamadıkları” Marx’ın kendisi de yaşamı boyunca bu anarşizan laf ebeliklerine hak ettikleri dersi defalarca kez vermiştir.
Yine de bir kez daha ve reel sosyalizm deneyimi ışığında ifade etmek gerekirse, “bilimsel sosyalizm” sınıfların bir bütün olarak ortadan kaldırılması temel ereğini taşıyan bir “toplumsal devrimi” öngörmektedir. Ancak “komünizme” yürüyen “toplumsal devrimin” “sosyalizm” aşamasında sınıfların ortadan kalktığı ham hayalinde bulunmak ancak yazarımız gibi ham kafalı liberallere özgü bir tespittir.
Gerçek şu ki, “toplumsal devrim” ekonomik, toplumsal ve siyasal nitelikleri olan çok boyutlu bir sorundur. Yine tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu toplumsal devrim kendisini ilk olarak siyasal planda ifade etmekte, iktidarı ele geçiren devrimci sınıf, ulaşılacak olan “komünizm” hedefi ile birlikte kendisini de ortadan kaldıracağı bir toplumsal devrimin motor gücü olmaktadır. Komünizmi inşa etme misyonunu ve gücünü taşıyan işçi sınıfının, diğer bütün sınıflardan ayrılan temel farkı da zaten tam da burada, uygun koşullar içerisinde kendisini de ortadan kaldırma yeteneğinde yatmaktadır. Otonomizmin “çokluk” kavramının komünizmi nasıl inşa edeceği ise sadece bizler için değil, aslında bu anlayışın sahipleri için dahi halen belirsizliğini korumaktadır. Bunun da ötesinde bunun nasıl yapılabileceğini görmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Yani sosyalizm hiç de yazarımızın iddia ettiği gibi komünizmden farklı bir düşünce sistemi değil, tam tersine nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz toplum olan komünizmin bir ara geçiş halkasıdır. Komünizm mücadelesi ise son muzaffer zafere kadar sayısız yengi ve yenilgiler toplamıdır. Bu halkayı gözden kaçıran liberaller ise tüm güçleri ile “sosyalizme” ve aslında bununla birlikte kendilerinin de savunduklarını iddia ettikleri “komünizme” saldırmaktalar.
Son bir nokta olarak yazarımıza bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Kimi “büyük abi” kavramlar tarihsel süreç içinde farklı kimlikleri temsil eder hale gelirler. Örneğin “sosyal demokrasi” kavramı bunlardan biridir. Tarihin belli bir döneminde komünistleri tanımlamak için kullanılan sosyal demokrat kavramı, bugün burjuvazinin belli bir kesimini temsil eder hale gelmiştir. Bizler, tam da bu nedenle 1800’lü yılların sonlarında “sosyal demokrasi” olarak kavramlaştırılan devrimci geleneği büyük bir ciddiyet ile sahiplenir ve özümseriz.
Peki siz? Sosyalizm ve komünizm arasına bu derece kavramsal bir uçurum koyarken, bugünün “sosyal demokrasisinin” biricik temsilcilerinden biri haline geldiğinizin farkında mısınız? Büyük bir riyakarlıkla halen kendinize “komünist” sıfatını layık görürken, taşıdığınız bu gerçek kimliği ifade edecek ve savunacak cesaretiniz bulunuyor mu?