Bugünün Türkiye’sinde anti-emperyalist mücadelenin kapsamı ve niteliği nedir sorusunu yöntemsel çerçeve içinde irdelemeyi sürdürelim.
Türkiye’de emperyalizmin iktisadi, siyasi, kültürel, mali ve diplomatik egemenliğini tasfiye etmek ne anlama gelir? Bu çok yönlü, çok boyutlu egemenlik nasıl tasfiye edilebilinir? Bu sorunun yanıtı, tamamen, bu egemenlik hangi iktisadi ve sosyal temel üzerinde duruyor, hangi iktisadi-sosyal ilişkiler üzerinde yükseliyor sorusunun yanıtıyla bağlantılıdır. Zira emperyalist egemenliğin tasfiyesi ancak bu temelin ortadan kaldırılmasıyla, bu ilişkilerin tasfiye edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla sorumuzun yanıtı, bu belirlenen çerçeve içinde, bir somutluk ve kesinlik kazanıyor. Bugün emperyalizm Türkiye üzerindeki genel egemenliğini Türk burjuvazisinin bu toplumdaki sınıf egemenliğine, onun temsil ettiği kapitalist üretim ilişkilerine borçludur. Emperyalizmin Türkiye’deki egemenliğinin içteki temeli, kapitalist üretim ilişkileridir. Emperyalist egemenlik bu temel üzerinde yükselmekte, bu sayede devam etmektedir. Ama eğer emperyalizmin bu ülkedeki varlık temeli buysa, toplumsal-iktisadi temeli buysa, açıktır ki, siz bu temelleri tasfiye etmeden emperyalizmin çok yönlü egemenliğini tasfiye etme olanağı bulamazsınız.
Burada sorunların programatik çerçevesini ele aldığımızı, dolayısıyla devrimin stratejik sorunlarını tartışmakta olduğumuzu hatırlatmak belki gereksizdir. Emperyalizme bağımlılık Türkiye için temel bir yapısal sorunsa eğer, emperyalist egemenliğin tasfiyesi sorunu da doğal olarak bu kapsamda, yani bu bağımlılık ilişkisinin temellerini ortadan kaldırmak çerçevesinde tartışılır. Öteki her türlü anti-emperyalist istem, özlem ya da adım bu ana çerçeve içinde anlamını bulur. Örneğin siz burjuvaziyi tasfiye etmeden de bu ülkenin NATO’dan çıkışını sağlayabilirsiniz, ya da örneğin ABD ile olan ikili antlaşmaları feshettirebilir, askeri üslerin varlığına son verebilirsiniz, IMF’yle kölelik antlaşmalarını iptal ettirebilirsiniz. Bütün bunları burjuvazinin sınıf egemenliğini tasfiye etmeden de şu veya bu ölçüde yapabilirsiniz. Bunların hepsi siyasal önlemler olarak, kısmi iktisadi önlemler olarak, burjuvazinin siyasal sınıf egemenliğiyle bağdaşabilir adım ve önlemlerdir. Kaldı ki, bu çerçevede bir anti-emperyalist programı ‘60’lı yıllarda neo-kemalist solcu burjuva akımlar zaten formüle etmiş, savunmuş, darbeci çerçevede de olsa somut girişimlere konu etmişlerdi. Orta sınıf temsilcisi burjuva aydınlarının kapitalizmin temellerine dokunmayan, zaten böyle bir iddia da taşımayan bu programları ve çizgileri, bu önlemler paketinin sınırlı bir burjuva demokratik platformu temsil ettiğinin bir başka güvenilir göstergesidir. İleride üzerinde daha geniş duracağız; Yön Hareketi’nde ifadesini bulan bu çizginin çöküşü, öteki etkenler yanında, emperyalist egemenliğin dayandığı kapitalist temelin iktisadi gelişme ve sosyal-siyasal olaylarla apaçık görülmesinin bir ifadesiydi. ‘60’lı yıllarda kapitalizm karşıtlığından koparılmış bir anti-emperyalist mücadelenin bayraktarlığına soyunmuş Yöncü aydınlar, emperyalist egemenliğin oturduğu sağlam kapitalist temelleri nihayet gördüler ve böylece milli sanayi kapitalizmine ilişkin son umutlarını yitirdiler. “Sistem”in gerçeklerine boyun eğdiler. Kendi burjuva konumlarının gereği ve kaçınılmaz bir sonucu olarak, onun karşısına dikilemeyeceklerini anlayınca, onunla bütünleşme yoluna gittiler. 12 Mart burada bir dönüm noktası oldu; ‘60’lı yıllardaki sevdalarından 12 Mart’la birlikte vazgeçtiler. 12 Mart sonrasında bu akımlardan geriye belirgin bir iz kalmaması rastlantı olabilir mi?
Fakat elbette, emperyalizmin Türkiye üzerindeki egemenliğine karşı ortaya çıkan orta sınıf ilericiliğinin ‘60’lı yılların ardından 12 Mart ile birlikte nefesini tüketmiş olması olgusu, onun o yıllarda bayraktarlığını yaptığı sınırlı anti-emperyalist istemlerin anlamını kaybettiğini, ya da burjuvazi devrilmedikçe bu önlemlerin gerçekleşmeyeceğini göstermez. Böyle bir iddia saçma olur.
Halk yığınlarının devrimci kalkışması ya da basıncı sonucunda bu adımlar kısmen de olsa atılabilir, bu tür önlemler şu veya bu ölçüde alınabilir. Ama bu adım ve önlemler, kendi başına, emperyalizmin ülke üzerindeki egemenliğinin son bulması anlamına gelmez, ki zaten şu an açıklayıp vurgulamaya çalıştığımız temel nokta da budur. Çünkü bu tür adım ya da önlemlere konu olan bağımlılık ilişkileri, emperyalizmin temeldeki iktisadi-mali egemenliğinin siyasal, askeri ve diplomatik sonuçlarından başka bir şey değildir. Emperyalizmin bu toplumdaki egemenliği, bu ülkede askeri üslerinin olmasından, ya da Türkiye’nin NATO üyesi olmasından ve ABD ile bir dizi askeri ve siyasal antlaşma yapmış olmasından, ya da uluslararası politikada Türkiye’nin Amerika’nın dümen suyundan olmasından doğmuyor. Böyle sanmak, nedenler ile sonuçları, ya da temeldeki iktisadi ilişkiler ile bu temelin yansıması olan siyasal-askeri bağımlılık ilişkilerini birbirine karıştırmak olur. Elbetteki çağdaş dünyada emperyalist egemenliği bu tür ilişkilerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bunlar emperyalist egemenliğin aldığı somut biçimlerdir. Emperyalist kölelik ilişkileri bunlarla ete-kemiğe bürünür. Ama bu böyle olmakla birlikte, emperyalist egemenliğin asıl temeli ve özü iktisadi ve mali ilişkilerdir. Bu temel üzerinde ve bu temel sayesindedir ki, emperyalist burjuvazi siyasal, askeri, diplomatik ve elbette ki kültürel açıdan da ülkenize ya da toplumunuza hükmetme gücü ve imkanı bulabiliyor.
Burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayakta kaldığı koşullarda ve sürece, alınabilecek bütün bu radikal siyasal ve kısmi iktisadi önlemler dizisi, anti-emperyalist mücadelenin burjuva demokratik içeriğine girer. Yani kapitalizmin temelleriyle bağdaşan demokratik önlemler olur bunlar. Türkiye’nin NATO’dan çıkması önemli bir olaydır; ama bu, kendi başına ve kendi sınırları içinde demokratik bir ulusal önlem olarak kalır. Askeri üslerin sökülüp atılması ya da Amerikan emperyalizminin Türkiye’de bu kadar kolay at koşturmasına karşı alınabilecek çeşitli önlemler, toplumun bu konuda gösterebileceği direnç ile yönetenleri mecbur edebileceği başka bazı siyasal önlemler de, aynı şekilde, anti-emperyalist mücadelenin demokratik yönlerini oluştururlar. Yani temelde burjuvazinin sınıf egemenliğiyle bağdaşabilir şeylerdir bunlar. 1979 Devrimi sonrasında İran’da ya da 1974 Devrimi sonrasında Portekiz’de olduğu gibi.
Örneğin 1974’de Portekiz’de, sınıfsal iktidarın el değiştirmesi anlamında değil, fakat faşist-sömürgeci Salazar rejiminin çökmesi sınırları içinde bir devrim oldu. Halk hareketi büyük bir inisiyatif kazandı. Halk hareketinin politik temsilcileri büyük bir etkinlik ve önemli siyasal mevziler kazandılar, hükümette yer aldılar, fiili durumlar yarattılar. Bu sayede ve işçi sınıfı ve emekçi köylülüğün günden güne büyüyen devrimci inisiyatifinden alınan güçle, tekelci burjuvaziye ve emperyalizme karşı bir dizi siyasal ve iktisadi önlem alındı. Geniş çaplı millileştirmeler yapıldı. Ama o günün koşullarında bu tür önlemlerin ve millileştirmelerin hepsi demokratik bir içerik taşıyordu. Henüz sosyalist hiçbir yön yoktu bu önlemler dizisinde. Çünkü burjuvazi, siyasal egemenliği belli bir sarsıntı geçirmiş olmakla birlikte, bir sınıf olarak ayaktaydı ve toplumsal egemenliğini henüz sürdürüyordu. Burjuvazinin bürokratik-militarist aygıtı geçirdiği sarsıntıya rağmen ayaktaydı. Devrim yaptıklarını iddia edenler, onu parçalamakla değil, ele geçirip sözde demokratikleştirmekle meşguldüler. Burjuvazi, toplumsal egemenliği sürdüğü ve devleti ayakta kaldığı için, çok geçmeden inisiyatifi ele geçirmek ve sarsıntı geçiren siyasal egemenliğini yeniden tam olarak kurmak olanağı bulabildi. Üstelik geçmişe göre daha güvenli temeller üzerinde. Portekiz Devrimi’nin sarsıntısı içerisinde kazanılmış sosyal ve siyasal haklar gerisin geri budandı. Köylüler topraklarından sürülüp atıldı. İşçilerin fabrikalarda kazandığı mevzilere son verildi. İlerici-devrimci güçlerin kazandığı mevzileri tahrip edildi. Kitlelerin bizzat devrimci kalkışma içerisinde yarattığı örgütlenmeler dağıtıldı. Özetle burjuvazi durum üzerinde yeniden egemenliğini tam olarak kurdu.
Bu gerçeklerin konumuzla bağlantısı şudur: Burada burjuvazinin sınıf egemenliği yönünden söylenenler, olduğu gibi, emperyalizmin Portekiz üzerindeki çok yönlü egemenliği için de geçerlidir. Burjuvazinin sınıf egemenliğine temelde dokunulmadığı için, gerçekte emperyalizmin Portekiz toplumundaki egemenliğinin temellerine de dokunulmamış oldu. Portekiz burjuvazisinin çok geçmeden sarsıntıyı atlatarak durum üzerinde yeniden tam hakimiyetini kurması, bu temel üzerinde emperyalizmin de sarsılan hakimiyetini yeniden kurması ve pekiştirmesi anlamına geldi.*
Oysa 48 yıllık bir amansız faşist rejimin toplumda yarattığı çelişki birikimi, burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrilmesi ve emperyalizmin Portekiz üzerindeki egemenliğinin son bulması gibi bir sonuca da yol açabilirdi. Kuşkusuz bu, devrimin olgunluk derecesine ve bu çerçevede devrimci toplumsal dinamiklerin gelişme gücüne olduğu kadar, işçi sınıfının devrimci hazırlığı sorununa, işçi sınıfının kendi devrimci müttefikleriyle birleşme yeteneğine bağlı bir sorundur. Eğer devrim yeterli iç dinamizme sahipse ve işçi sınıfının da böyle bir politik hazırlığı varsa, yani sınıf bağımsızlığı kazanmışsa, kendi partisinin siyasal öncülüğü altında birleşmişse ve bu sayede öteki emekçi sınıfları da arkasından sürükleme yeteneğine sahipse, işte ancak bu takdirde, sözünü ettiğim türden sonuçlar umulabilirdi. Portekiz işçi sınıfının buna hazır olmadığını olaylar gösterdi. Herşey bir yana, Portekiz işçi sınıfının önünü tutan parti devrimciliği tartışmalı bir partiydi. Portekiz Komünist Partisi, işçi sınıfı içinde eskiye dayalı köklü bir varlığı ve çok özel bir ağırlığı olan bu parti, revizyonist “anti-tekel demokratik devrim stratejisi” izleyen bir partiydi. Bu açıdan Portekiz deneyimi, aynı zamanda “anti-tekel demokratik devrim stratejisi”nin nelere yol açacağını da gösteren bir örnek oldu. PKP’nin uluslararası revizyonist hareketin bir parçası olması geçeğinden kalkarak, bu partinin izlediği bu çizgi ile kendi “anti-emperyalist demokratik devrim”leri arasında bir ilişki ya da benzerlik kurulamayacağını iddia edebileceklere, yakın zamandaki bir polemikte, temel mantıklarının gerçekte aynı olduğu konusunda yeterli açıklıkta kanıtlar sunuldu sanırım. (Sözkonusu polemik için bkz. Demokratizmi Savunmanın Sınırları, IV. Bölüm, Revizyonizmden Alınma Bir Strateji: Anti-Tekel Demokratik Devrim, s.71 ve sonrası. İlgili bölümden bir parçayı ekte okurlarımıza sunuyoruz. -Red)
Yine de İran ya da Portekiz örneklerinin de bir kez daha doğruladığı temel önemde bir gerçek var. Burjuva düzeninin temelleriyle bağdaşan herhangi bir radikal demokratik önlemin gerçekleşebilmesi bile, ancak yığınların devrimci başkaldırısı ve inisiyatifiyle mümkündür. Demokrasi tartışmalarında bu mesele ayrıntılı olarak tartışıldı ve Lenin’in bu çerçevedeki bazı temel vurgularıyla desteklendi. Zannediliyor ki, eğer bir önlem reform önlemi ise, yani burjuva düzenin temelleriyle bağdaşabiliyorsa, o ancak mücadelenin olağan seyri içerisinde kazanılır. Elbette bu doğru değil. Türkiye, tıpkı 1974’de Portekiz’de ya da 1979’da İran’da olduğu gibi, öylesine kendine özgü bir devrimci toplumsal sarsıntı yaşayabilir ki, burjuvazinin sınıf egemenliği yıkılmadığı halde, bu sarsıntı sayesinde emperyalist boyunduruğa önemli darbeler vuran bir dizi adım atılabilir. Ama önemle yinelemek gerekir, bu ancak bir devrimci halk hareketi sayesinde olabilir. Ya da örneğin bu tam da İran ya da Portekiz türü bir devrim sayesinde olabilir. Geleneksel küçük-burjuva halkçı akımların savunageldikleri proleter devrimi önceleyen, ondan teorik ve tarihsel olarak ayırdedilebilen türden bir “anti-emperyalist demokratik devrim” de, Türkiye’nin gerçek iktisadi-toplumsal ilişkileri içinde olsa olsa ancak bu türden, bu sınırlar içerisinde bir şey olabilir. Ama kritik bir nokta; böyle bir durumda, burjuvazinin sınıf egemenliği henüz varsayılıyor. Bu egemenliğin gerisindeki emperyalist sermaye egemenliğiyle birlikte yıkıldığı bir durum ise, kökleşmiş ve tortulaşmış burjuva demokratik önyargıları aşamayanlar ne derlerse desinler, gerçekte bir proleter devrimin ta kendisi olur.
İran halkı 1979 Devrimiyle Amerikan emperyalizminin Şah diktatörlüğü döneminde sahip olduğu bir dizi mevziyi söküp attı. Uluslararası sermayenin İran toplumu üzerindeki egemenliğine önemli bir darbe vuruldu. Ama burjuva düzeninin temelleri İran’da buna rağmen ayakta kaldı. Yani bunlar burjuva demokratik adımlar ve önlemler olarak kaldılar. Tabi üstüne bir de Mollaların gerici rejimi binince, toplum bir cephede kazandığı demokratik mevzileri bir başka cepheden yeniden kaybetti. Ortaçağ karanlığına mahkum edilir hale geldi.
Burjuva demokratik sınırlar içinde sınırlı bazı anti-emperyalist önlemler, çağdaş İran tarihinin başka dönemlerinde de var. 1951’de bir milliyetçi burjuva olan Musaddık, İran’da İngiliz petrol tekellerinin elinde bulunan petrolü millileştirdi. Bu radikal bir demokratik önlemdi. İran’daki işbirlikçi gerici güçlerin Şah şahsında buna birkaç yıl sonra gösterdikleri direnç, geniş halk kitlelerinin Musaddık’a destek veren politik gösterileriyle göğüslendi. Öylesine ki, Şah ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Ama ne oldu? Emperyalizm ülkeden kaçmak zorunda kalmış Şah’la sıkı işbirliği içinde kısa sürede darbesini yapıp Musaddık’ı devirdi. Millileştirmelere son verilerek petrole yeniden emperyalist petrol tekelleri hesabına el kondu. İşte burjuva düzenin temelleri üzerinde elde edilen burjuva demokratik ulusal mevzilerin bir de böyle bir yanı var. Burjuva düzenin temelleri ayaktaysa, içte tekelci burjuvazi dışta emperyalist sistem, çok geçmeden denetimini yeniden sağlayacak, sınırlı ulusal demokratik mevziler tahrip edilecektir. Eğer bu önlemler, proleter devrime geçişin ara momentleri değil de, kendi başına ya da kendinden ibaret önlemlerse, bir süre sonra burjuvazi/sistem inisiyatifi yeniden elde eder ve kazanılmış bu mevzileri yokeder.
Şu veya bu anti-emperyalist önlemi kendi içinde tartışmakta bir güçlük yoktur. Bunun niteliğinin burjuva demokratik olduğunu kabul etmekte de aynı şekilde bir güçlük yoktur. Gelgelelim, yinelemek gerekir ki, tartışmanın özü ve gerçek çerçevesi bu değil. Tartışmanın özü ve gerçek çerçevesi, Türkiye’deki devrimin temel stratejik sorunları ve bu çerçevede saptanacak olan hedefleri üzerinedir. Türkiye’de emperyalizmin egemenliğinin tasfiyesi sorunu gibi temel bir stratejik sorun var bizim karşımızda ve tartışmamızın asıl çerçevesi de doğal olarak budur.
Bu çerçevede buraya kadarki anlatımımın özünü toparlamak istiyorum. Türkiye’de emperyalizmin çok yönlü egemenliği nasıl tasfiye edilebilir sorusunun yanıtı neyse, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin gerçek niteliği ve kapsamı da odur. Bu egemenlik ancak Türk burjuvazisinin sınıf egemenliği tasfiye edilerek tasfiye edilebilir; sözkonusu olan emperyalizmin egemenliğinin gerçek, köklü ve kalıcı bir tasfiyesi ise, bundan başka çözüm yolu yoktur. Ama eğer emperyalist bağımlılık ancak böyle tasfiye edilebiliyorsa, bu, anti-emperyalist devrimin bu noktada sosyalist bir temel ve içerik kazandığının da somut bir ifadesi olur.
Yüzyılın başında, şu veya bu sömürge ya da yarı-sömürge ülkede, sorun böyle değildi. Emperyalizm içte komprador-feodal sınıflar aracılığıyla hükmediyordu; ülkenin toplumsal ilişkilerine çok büyük ölçüde feodal, yarı-feodal ilişkiler egemendi. Emperyalizmin iç dayanağı buydu; sömürge ya da yarı-sömürge ülkeler üzerindeki egemenliği, bu ilişkilerin temsilcisi sınıflarla bağlantılı bir egemenlikti. Bu tarihsel evrede ve toplumsal koşullarda, emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürge ülkeler üzerindeki sömürü ilişkileri, daha çok hammadde kaynaklarının yağmalanması ve emperyalist ülkelerin mamül mallarının pazarlanmasına dayalı idi. Emperyalist sermaye ihracı ve yatırımları da bu ihtiyaçlar çerçevesinde kullanılıyordu. Bunu devletten devlete ağır koşullarda verilen kredi ve borçlar, yani emperyalist tefeci sömürü ilişkileri tamamlıyordu. Elbette ki emperyalizmin temel karakteristiklerinden biri sermaye ihracıdır. Ama emperyalizmin geri ülkelere sermaye ihracı uzun bir dönem doğrudan sanayi yatırımları biçimini almadı, ya da pek az durumda aldı. Bu, genel toplumsal ilişkiler açısından baktığımızda, henüz son derece cılızdı. Emperyalist sermayenin doğrudan artı-değer sömürüsüne dayalı kapitalist yatırımları henüz tali durumdaydı. Oysa özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, salt Türkiye’ye değil, dünyanın birçok bağımlı ülkesine doğrudan kapitalist sanayi yatırımlarına yönelen sermaye ihraçları yaşandı. Burada bunun nedenlerine giremem, şimdilik önemli olan olgunun kendisine işaret etmektir. ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda belirgin hale gelen, Türkiye kapitalizminin yaşadığı gelişme üzerinden çıplak gözle izlenebilen bu olguya bugün kimse itiraz etmiyor zaten. Problem bunun emperyalist bağımlılık ilişkilerine kazandırdığı yeni temelin ve bunun anti-emperyalist mücadeleye kazandırdığı yeni kapsam ve niteliğin görülüp anlaşılmasında çıkıyor.
Sözünü ettiğim savaş sonrası değişimin anlaşılmasını kolaylaştırmak için örnekliyorum. Bugün Türkiye’nin en büyük ve uluslararası sermayeyle en içiçe, en sıkı biçimde bütünleşmiş tekelci kapitalist grubu olan Koç grubu, ilk fabrikasını ancak İkinci Dünya Savaşının ardından, 1947’de kuruyor. Yani sermayesini sanayi yatırımı alanına aktarması bu tarihte başlıyor. Benzer bir durum Sabancı, Eczacıbaşı vb. gibi bugünün en büyük tekelci kapitalist grupları için de geçerli. Bunlar İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllardan başlayarak emperyalist sermaye grupları ile ortak yatırımlar yapıyorlar. Böylece emperyalist sömürü de gitgide genişleyen ve yayılan ölçüde içteki burjuvaziyle ortak kapitalist artı-değer sömürüsü zeminine kayıyor. Elbetteki Türkiye’de kapitalist sanayi yatırımları bundan çok öncesine dayanıyor. Herşey bir yana, kapitalist devletçiliğin ‘30’lu yıllarda sanayi alanında yaptığı önemli atılımlar var. Burada vurgulamaya çalıştığım, daha çok, bugün bu ülkede işbirlikçi burjuvazinin belkemiğini oluşturan tekelci grupların komprador-acentacı konumdan sanayi yatırımcısı konumuna ancak savaş sonrası dönemde geçmiş olmalarıdır. Bu ne rastlantıdır, ne de Türkiye’ye özgü bir durumdur. Benzer bir gelişmeyi, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde, Brezilya, Arjantin, Meksika gibi Latin ülkelerinde, bir dizi Asya ülkesinde görmemiz mümkündür. Bu, bu ülkelerdeki iç sermaye birikimiyle olduğu kadar, savaş sonrasında emperyalist sermaye ihracının yapısında ve işlevinde meydana gelen kendine özgü bir değişimle bağlantılıdır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda bakıyoruz, Türkiye kapitalizmi büyük bir gelişme atılımı sağlıyor. Bu Türkiye’ye özgü bir şey de değil, dünya ölçüsünde birçok bağımlı ülke açısından bu böyle. Ve bir dizi emperyalist sermaye yatırımı temelinde Türkiye’de bir sanayileşme süreci, bir kapitalist gelişme süreci var. Bu gelişme aynı zamanda emperyalist sermayenin artık doğrudan artı-değer sömürüsüne geçişinde ifadesini buluyor. Emperyalizm kapitalist ilişkilerin yaygın biçimde yeniden üretiminin doğrudan ya da dolaylı temsilcisi haline geliyor. Emeğin kapitalist tarzda sömürüsünün dolaysız etkeni haline geliyor. Emperyalizmin ülke üzerindeki sömürüsü artık klasik dönemdeki gibi basit bir yağma ve talan değil, kaynakların, zenginliklerin ve birikmiş artığın yağmasından ibaret değil. Basbayağı artı-değer sömürüsü yapılıyor. Geliyor bir Japon tekeli, İzmit’te Sabancı’yla birlikte kuruyor fabrikasını, adına Brisa deniliyor, otomobil lastiği üretiliyor, orada artı-değer sömürüsü temeli üzerinde sermaye birikimi oluşuyor. Artık emperyalist egemenlik, emperyalist sömürü böyle bir kapitalist temel kazanmış bulunuyor. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele bu noktada anti-kapitalist bir kapsam ve nitelik kazanıyor. Zaten emperyalizmin ülke içerisindeki dayanağı burjuvazidir derken, bunun böyle anlaşılması gerekiyor. Emperyalist burjuvazi ile Türk burjuvazisinin işbirliği burada kapitalist iktisadi ve mali ilişkiler temeline oturan bir işbirliğidir. İçiçe geçmişlik, temelde iktisadi-mali bir içiçe geçmişlik. Ortak sermaye yatırımları ve bu temelde ortak artı-değer sömürüsüdür bu. Elbetteki emperyalist sömürü, bu sömürünün alanı, konusu ve biçimi bundan ibaret değil; ama sömürü ilişkileri artık bu temele oturmuş durumda. Bu zemin üzerinde emperyalist sömürünün eski-yeni sayısız biçimleri varlığını sürdürüyor. Borçlar var, spekülasyonlar var, borsa oyunları var, sermaye ihracını izleyen ve gerçekte onun bir biçimine dönüşen meta ihracı var. Ve bütün bu iktisadi ilişkilerin bu envai çeşit biçimi temeli üzerinde de emperyalizmin ülke üzerinde siyasi hakimiyeti var. Bu siyasi hakimiyet sayesinde de doğal olarak artık askeri, diplomatik, kültürel, her türlü egemenliği var.
Elbette bu, anti-emperyalist mücadelenin proleter devrimden ya da sosyalist bir içerikten ibaret olduğunu göstermez. Yalnızca, anti-emperyalist mücadele eğer tutarlı devrimci bir açıdan konulacaksa, bu onun artık anti-kapitalist sosyalist bir çerçeveye oturtulması gerektiğini gösterir. Anti-emperyalist mücadelenin demokratik içeriği de bu genel sosyalist çerçeve içinde yerini ve anlamını bulur.
(...)
* Amerikalı bir yazar, 1974 Devrimi’nin patlak verdiği sırada, emperyalizmin aynı zamanda kurucu kimlikte bir NATO üyesi olan Portekiz üzerindeki iktisadi ve mali egemenliği hakkında şu bilgileri veriyor:
“Çokuluslu şirketler Portekiz ekonomisinin üçte-birini denetim altında bulunduruyorlardı, öteki üçte-biri de bu şirketlere mali bakımdan bağlı firmaların elindeydi. Portekiz’de 800’den fazla firma çalışıyordu, bunların başında Batı Alman firmaları, ikinci sırada da Amerikan firmaları geliyordu.
“Amerika Birleşik Devletleri için Portekiz’den daha önemli olan onun sömürgeleriydi. Mozambik, Portekiz Ginesi ve Angola’nın bağımsızlığı bu ülkelerdeki ve tüm Afrika ‘daki çok-uluslu yatırımları tehlikeye atacaktı. Teksas’tan iki kat büyük olan Angola doğal kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi. ...” (Gil Green, Portekiz Devrimi, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.94 -Red)