Şimdi işçilerin sesini duyurma zamanı

Fransa'da işçiler hükümetin neoliberal politikalarına karşı 13 Ekim'de sokağa çağırıyor. Almanya'da gündem eyalet seçimleri. İngiltere'den seçtiğimiz yazı ise AB'nin göç politikalarına odaklanıyor.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 08 Ekim 2023
  • 21:30

Fransa’da emekçiler 13 Ekim’de, Macron Hükümetinin uyguladığı neoliberal politikalara karşı alanlara çıkmaya hazırlanıyor. Tüm sektörlerde örgütlü sendikalar bir araya gelerek, daha fazla yoksullaşmaya ve hak kayıplarına dur demek için Fransız emekçileri meydanlara davet ediyorlar. Biz de bu hafta Fransa’nın en çok üyeye sahip olan sendikası Genel Emek Konfederasyonunun (CGT) hazırladığı bildiriyi okurlarımız için çevirdik. CGT, “Şimdi işçilerin sesini duyurma zamanı” diyerek herkesi greve çağırıyor.

Almanya’da bugün (8 Ekim) Hessen ve Bavyera eyaletlerinde eyalet parlamentosu seçimleri var. Seçimlere katılan hemen hemen tüm partiler -Sol Parti dışında- mültecileri seçim kampanyasında kullandı. Bu tartışmalara göre, mülteciler eğer iltica başvuruları kabul edilmediyse hemen sınır dışı edilmeli, yenilerinin ise bırakın Almanya’yı Avrupa’ya gelmesi engellenmeliydi! Bunu bazıları “Zenginliğimizi tehdit ediyorlar” diye savunurken bazıları ise timsah gözyaşlarıyla “Zavallılar şebekelere çok para ödüyorlar, yollarda ölüyorlar” diye yaptı. Her iki kesimin ortak noktası ise mülteci tartışmasında artık insanlığın hiçbir rolünün kalmadığıydı.

İngiltere’de yayımlanan Guardian gazetesinden seçtiğimiz yazı ise Avrupa Birliği’nin göçmen ve mültecileri sınırları dışında tutmak için yaptığı kirli pazarlıklara odaklanıyor. Başyazıda Tunus’u diktatörlükle yöneten ve siyahlara yönelik ırkçı uygulamalarıyla dikkat çeken Cumhurbaşkanı Kays Said’i AB’nin “sınır muhafızı” yapan anlaşmaya dikkat çekiliyor ve “Güvenli sınırlar adına insan hakları ihlallerine göz göre göre ortak olmak Avrupa’nın temsil ettiği değerlere ihanettir” deniliyor.

13 Ekim’de harekete geçmek için 6 neden

CGT

Tüm Avrupa’da olduğu gibi Fransa’da da biz milyonlarca emekçiler; işverenler, hükümetler ve parlamentolar üzerinde baskı oluşturma yetisine sahibiz. Onlar, emeğin yarattığı zenginliğe el koyan finans sektörünün çıkarı için kamu hizmetlerine ve mallarına -ve aynı zamanda sektörlerimize- zarar vererek “kemer sıkma” politikalarını dayatmaya çalışıyorlar. Emeklilik yasası için gerçekleştirilen tarihi seferberlikten aldığımız güçle, çalışan insanların haklarını kazanmak için bu saldırılara karşı sendikalar olarak birleşmeye kararlıyız.

Başka seçenekler de mümkün! Her yıl 200 milyar avroluk kamu kaynağı, vergi ve sosyal güvenlik sübvansiyonu adı altında herhangi bir denetim ya da karşılık olmaksızın şirketlere verilmektedir. Kamu hizmetleri ve sosyal güvenlik bütçeleri yakında Parlamentoda görüşülecek. Şimdi işçilerin seslerini duyurma zamanı: Bireysel çıkarlara değil genel çıkarlara hizmet eden bütçelerle, onurlu bir şekilde yaşamak, daha az ve daha iyi koşullarda çalışmak istiyoruz.

Neden grev yapmalı ve yürüyüşlere katılmalıyız?

Ücretlerimiz için: Gıda, kira, enerji, ulaşım: Ücretler dışında her şey artıyor. Bu arada büyük şirketler, karşılığında hiçbir şey vermeden kârlarını katlamaya devam ediyor. Eylemlerimiz sayesinde, ücretlerde genel artış, artık ortak bir slogan haline geldi: Günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için net bir ücret ve hayatımız boyunca bizi koruyacak brüt bir ücret (hastalık, doğum, işsizlik, emeklilik vb.) CGT, ücretlerin yaşam giderlerine endekslenmesi, böylece maaş bordrolarının artık enflasyon nedeniyle kesintiye uğramaması için tüm şirketlerde, şubelerde ve kamu hizmetinde müzakerelerin açılması için kampanya yürütüyor.

Eşitlik için: Hükümetin “büyük ulusal dava” etiketine rağmen, kadınlar hâlâ erkeklerden ortalama dörtte bir oranında daha az ücret almaktadır. CGT, işyerinde eşit ücret ve fırsat eşitliği için kampanya yürütmektedir: Kadınların ağırlıklı olduğu işlerin statüsünün yükseltilmesi; endeksin elden geçirilmesi ve şeffaf hale getirilmesi; ayrımcılık yapan işverenlerin cezalandırılması.

Kamu hizmetlerimiz için: Hastaneler, çocuk bakımı, yaşlı bakımı, sosyal hizmetler, okullar, yüksek öğrenim, araştırma... kamu hizmetlerimiz ölüyor. CGT, kullanıcılarla fiziksel temasa öncelik veren yerel ve yüksek kaliteli kamu hizmetlerine büyük yatırım yapılması için kampanya yürütmektedir.

Çevre için: İklim değişikliğinin sonuçları dramatiktir. Sosyal olarak adil bir ekolojik geçiş ve çalışanlarla birlikte inşa edilen gerçek planlama ile, eğitim ve kalifikasyon ihtiyacının tüm sektörler için yaratılması ya da yeniden yapılandırılması aciliyet taşımaktadır. CGT, kamu yardımlarının çalışanlar ve temsilcileriyle birlikte hazırlanan sosyal ve çevresel kriterlere bağlı olması için harekete geçmektedir.

Emekliliğimiz için: Emeklilik reformu 1 Eylül’den bu yana yürürlüğe girdi ve her zamanki gibi adaletsiz, acımasız, haksız. Agirc-Arrco (ek emeklilik) için devam eden müzakereler ve erken emeklilik konusunda şubelerde açılması beklenen müzakereler üzerinde baskı oluşturarak mücadelemizi sürdürüyoruz. CGT, 60 yaşında ya da ağır işlerde daha erken emekli olunması ve emekliliğin hesaplanmasında çalışma yıllarının dikkate alınması için kampanya yürütmektedir.

Haklarımız için: Mücadele edenler medya sahnesinde görünür oluyor. Ancak bunlar buz dağının sadece görünen kısmı. Çalışanların bir sendikada örgütlendiği her yerde, güç dengesi değişiyor ve somut, günlük ilerleme mümkün hale geliyor. CGT, çalışanları bir araya getirmek, taleplerini dinlemek ve ortaya koymak, onları işyerindeki organlarda ve eylemlerde temsil etmektedir. CGT, çalışma dünyasının çıkarları doğrultusunda gerçek ve kalıcı ilerleme sağlamak için seferber olmaktadır.

Çeviren: Eren Can

Kaçış ve lanet

Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung

Mültecilere farklı bir isim verilmesinin bir faydası yok: Son yıllarda onlardan mülteci yerine “kaçak” olarak söz etmek yaygın bir uygulama haline geldi. Bu bir saptırma. Yeni bir isim değil, koruma ve yardım arıyorlar. Mültecilerin lehine ya da aleyhine olan ruh hali tek bir kelimeye bağlı değil ve mülteci krizi, kaçak krizi olarak adlandırılsa bile, bir kriz olarak kalır.

Alman Dili Derneği, “Yapabiliriz” yılı olan 2015 yılında “mülteci” kelimesini yılın kelimesi ilan etti. Daha sonra bu kelimenin davetsiz misafir, korkak veya kötü niyetli gibi aşağılayıcı bir anlama sahip olduğu yönünde eleştiriler vardı. Bu nedenle göçün cinsiyetlendirilmesi avantajına da sahip olan “kaçak” kelimesi bir alternatif olarak yaratıldı. Aslında: “mülteci” erildir, “kaçak” hem erkek hem de kadın olarak kullanılabilir.

Kelime hâlâ yanlış çünkü sanki mülteciler kaçışlarını çoktan arkalarında bırakmış gibi görünüyor. Dolayısıyla iyi niyetli olduğu varsayılan kelime yanlış, önemsizleştirici bir kelime: Bir mülteci Lampedusa’ya veya Avrupa’nın başka bir yerine vardığında arkasında hiçbir şey bırakmamış demektir. Aylardır seçim kampanyalarında ve talk showlarda hararetli bir şekilde devam eden göç karşıtı tartışma da bunu gösteriyor. Her şeyden önce, zulümden, ölüm tehlikesinden veya başka türlü sefil bir hayattan kaçıp Avrupa’ya ulaşan insanlardan hızlı ve etkili bir şekilde nasıl kurtulacağımızla ilgili bir tartışma sürdürülüyor.

İnsanları püskürtmek uzun zamandır insanları kurtarmaktan öncelikliydi. Ancak bu ülkede, şu anda seçim kampanyalarında olduğu gibi bu kadar açık bir şekilde ve hiçbir zaman tüm partiler arasında bu kadar oy birliğiyle söylenmeyeli uzun zaman oldu: Mülteciye kaçışına lanet edecek şekilde davranılmalıdır. Bu yeni bir şey değil; 1990’ların başındaki sığınma tartışmalarında zaten bunun propagandası yapılıyordu. O zamanlar durum şöyleydi: İnsanlık kirli bir kelime haline gelmişti ama, “insancıllık” hâlâ en yumuşak kelimeydi. Mültecilere asalak diyen herkes büyük bir alkış bekleyebilirdi. İnsanlar temel sığınma hakkından sanki bir virüsün adıymış gibi bahsediyordu. Sanki Alman Anayasası’nın evinde kirli, hastalık kumkuması bir oda varmış gibi davrandılar. Bir yok edici gibi köklü bir anayasa değişikliği çağrısı yapıldı. Günlük haberler savaş haberleri gibi okunuyordu: Sığınmacıların konaklama yerlerine, yabancıların apartmanlarına ve anma yerlerine giderek daha fazla saldırı yapıldığı bildiriliyordu. Artan mülteci sayısına duyulan öfke ve kişinin kendi refahından duyduğu korku, zaman zaman bir saldırıda yabancı bir çocuğun yakılarak öldürülmesinden kaynaklanan duygu ya da timsah gözyaşlarıyla karışıyordu.

Bugünün tartışması o zamanların argümanlarına dayanıyor, aradaki fark şu ki artık neredeyse herkes bu temele dayanıyor. 1990’lı yıllarda partilerin siyasi yelpazesinde hâlâ çok sayıda sığınmacı destekçisi vardı: SPD, FDP’nin parlamento gruplarında ve Yeşiller’de de oy birliğiyle mülteci destekçiliği mevcuttu. Bitti. Yeşillerin, örneğin Hessen’deki seçim kampanyasında şu an almaya hazır oldukları katı önlemler, o zamanlar neredeyse sağcı radikaller tarafından talep ediliyordu. Bugün, bedeli ne olursa olsun mülteci sayısının azaltılması gerektiği konusunda büyük bir ortak siyasi payda var. Maliyeti ne kadar? İnsanlığa maliyeti var. Kişi numaranın arkasında kaybolur. Mülteci ve entegrasyon çalışmaları yapan on binlerce gönüllü, artık hiçbir temel ayrımın kalmadığı ve koruyucu kültüre önem veren sivil toplumdaki kadın ve erkekleri aptal durumuna düşüren bir siyasi tartışma nedeniyle hayal kırıklığı ve öfke yaşıyor.

Kısıtlamalar, retler, hakların kısıtlanması: Mülteciler, Almanların temel yasalarını değiştirip değiştirmediğini ya da değiştirip yeniden kısıtlama isteyip istemediklerini sormuyorlar. AB devletlerinin Cenevre Mülteci Sözleşmesi’nden gizlice çıkıp çıkmadığını sormuyorlar. Mülteciler hâlâ kaçabilecek durumdayken kaçıyorlar çünkü kaçamayacakları ana kadar beklemek istemiyorlar. Hâlâ paralarını toparlayabilenler (insan kaçakçıları için) ve henüz açlıktan ölmeyenler kaçıyor. Bu sapkın dünyada merkezkaç kuvveti bile bir ayrıcalıktır. Göç sorununu ortadan kaldıracak bir düğme yok; her türlü düğmeye giderek daha çılgınca basılsa da: Otokratlar ve diktatörlerle yapılan anlaşmalar, dış sınırlardaki sığınma merkezleri, sıkı sınır kontrolleri, daha da fazla geri itme, sığınma prosedürlerinin dış kaynaklardan sağlanması kaçışları engellemiyor.

Savaşların ve küreselleşmenin yaşam alanlarını ve maddi varlığı yok ettiği bir dünyada göç bir olgudur. Elbette kaçış sebepleriyle mücadele en önemli şeydir; yıkımı ve talanı Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmemek gerekir. Mülteci ülkelerin yeniden insanların yaşayabileceği ülkeler haline gelmesi için elbette her şeyin yapılması gerekiyor. Ancak bu zaman alır ve eğer AB politikası sadece mültecilerden korunma, onları püskürtme politikasını izliyorsa, bu daha da uzun sürecektir. Avrupa, insan onurunun korunmasıyla gelişiyor; Bu onun esas değeri, olması gereken de budur.

İnsan onuru sabundan yapılmaz, ona güvenenlerin sayısı çok veya çok fazla diye yıpranmaz. Bu nedenle Avrupa’nın, büyük mülteci hareketlerinin yaşandığı dönemlerde insanlığın nasıl göründüğünü düşünmesi gerekecek. Örneğin, oldukça güvenli kaçış yolları oluşturmaya kafa yorulabilir. Bu, cömert göçmenlik kurallarının formüle edilmesinden ve böylece ekonominin kültürler arası yeterlilikle zenginleştirilmesinden oluşabilir. Akdeniz bölgesinin evrensel tarihini yazan Fransız Tarihçi Fernand Braudel, göçü medeniyetin vazgeçilmez bir parçası olarak nitelendirdi. Tamamen gereksiz olan, göçmenlerin Avrupa’ya ölüm yollarından, ölümü göze alarak gelmesidir. Ölümle sonuçlanan bir sığınma politikası rezalettir.

Göçmenlere yönelik muamele AB’de insan haklarının statüsünün göstergesidir; Avrupa’da güç ve hukuk arasındaki ilişkinin temsilcisidir. Hitler’den kaçmak için ABD’ye kaçan Avusturyalı Amerikalı Yazar Felix Pollak bir keresinde bununla ilgili acı ve ironik bir cümle yazmıştı: “Güç haktan önce gelir; gerekirse bu yine de kabul edilebilir. Ama hakkın da iktidarın ardında kalması gerçeği , bu çok üzücü.”

Çeviren: Semra Çelik

Tunus’la göç anlaşması: Avrupa’nın değerlerine ihanet

The Guardian
Başyazı

Geçtiğimiz ay Venedik Film Festivalinde, Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin kurgusal bir tasviri büyük beğeni topladı. “Ben, Kaptan”, Senegalli iki gencin Kuzey Afrika’da yozlaşmış polis ve insan tacirlerinin elinde şiddet, gasp, gözaltı ve zorla çalıştırılma ile geçen yolculuklarını anlatıyor. Gümüş Aslan ödülü kazandı ve ayakta alkışlandı.

Film zaman zaman yürek parçalayan bir seyirlik. Ancak Guardian’ın Tunus’tan yaptığı haberler, gerçeğin daha da vahim olduğunu ve Avrupa’nın yaşanan dehşette derin bir suç ortaklığı içinde olduğunu gösteriyor. Temmuz ayında Avrupa Birliği, Tunus’un otoriter lideri Kays Said’e, Akdeniz’i geçerek İtalya’ya ulaşmaya çalışan düzensiz göçmenleri engellemesi karşılığında yüklü bir çek vadeden bir anlaşma imzaladı. Göçmenlerin ve sahadaki STK’lerin ifadelerine göre, bunun sonucu Sahra altı Afrikalı göçmenlerin acımasızca geri itilmesi, istismar edilmesi ve korkutulması oldu.

Muhabirimize 4 binden fazla kişinin gözaltına alındığı ve daha sonra Tunus’un Libya ve Cezayir sınırlarındaki uzak çöl bölgelerine bırakıldığı söylendi. Bazıları sınır muhafızları tarafından dövülmüş ve paraları gasbedilmiş. Sahile ya da başka bir yere geri dönmeye çalışan çok sayıda kişinin susuzluktan öldüğüne inanılıyor. The Guardian, eşi ve çocuğundan ayrı düşen Kamerunlu bir sığınmacıyla konuştu. Çölde yüzükoyun ölü yatan bir anne ve kızın fotoğrafı daha sonra viral olduğunda, onları hemen tanımış. Diğer tanıklıklara göre böyle bir manzara nadir değil.

Son derece savunmasız insanlara yönelik bu tahammül edilemez zulüm sürpriz olmamalı. Altı yıl önce AB destekli bir iş birliği anlaşmasının imzalandığı komşu Libya’da, gözaltına alınan göçmenler rutin olarak tecavüz, dayak, gasp ve toplu sınır dışı edilmeye maruz kaldı. 2021’de baskıcı, diktatörlük yetkilerini devralan Kays Said, siyah göçmenlere karşı ırkçı düşmanlığa ruhsat veren kışkırtıcı bir söylem kullandı ve şiddet patlamaları kaçınılmaz bir sonuç oldu.

Buna rağmen Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İtalya’nın radikal sağcı Başbakanı Giorgia Meloni ve Hollanda’nın Eski Lideri Mark Rutte ile birlikte onu bir tür sınır muhafızı olarak istihdam etmeyi uygun gördü. Perşembe günü Granada’da düzenlenen Avrupa zirvesinde Rishi Sunak, Meloni ile birlikte bu tür anlaşmaları destekledi. Sırada Mısır ile bir ortaklık olabilir.

Güvenli sınırlar adına insan hakları ihlallerine göz göre göre ortak olmak Avrupa’nın temsil ettiği değerlere ihanettir. Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un da belirttiği gibi: “Demokrasi, insan hakları ve iş birliği, bize rehberlik etmelidir -Tunus ile yapılan anlaşmada bu hususlara gereken önem verilmemiştir.”

Bunun söylenmesine hiç gerek olmamalıydı. Ancak Granada zirvesinin de altını çizdiği üzere, 21. yüzyıl göç sorunu Avrupa siyasetinin ahlaki dokusunu çözme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sinsice ve giderek artan bir şekilde, bir kale zihniyeti, birkaç yıl önce bile düşünülemeyecek bir şekilde ana akıma hakim olmaya başladı.

Jeopolitik istikrarsızlık ve çatışmalar, küresel eşitsizlik ve iklim acil durumu, kitlesel göçün çağımızın bir fenomeni olduğu anlamına geliyor. Bu da büyük sorunlar, ikilemler ve iş gücünü yenilemesi gereken yaşlanan bir kıta için fırsatlar doğuruyor.

Ancak çaresiz insanlar çölde susuzluktan ölürken görmezden gelebilecek bir “Ne pahasına olursa olsun” yaklaşımı bir çözüm değildir. Bu bir skandaldır.

Çeviren: Dış Haberler Servisi

Evrensel / 8.10.23