Yerel seçimlere yaklaşık üç buçuk ay kaldı. Ama seçim atmosferi çoktan ısınmış durumda. Ülkenin içinde bulunduğu gerçek koşullar konusunda fikri olmayan biri, ortadaki hummalı hazırlığa bakarak olağan bir demokratik seçim sürecinin yaşandığını düşünebilir. Adaylar belirleniyor, pazarlıklar yapılıyor, ittifaklar kuruluyor. Zaten her zaman siyasal aldatmaca ve manipülasyon üzerine kurulu olan burjuva seçim sisteminin tüm enstrümanları görünürde tıkır tıkır işliyor.
Kendini denetleyen hiçbir kurul, kural ve yetkinin olmadığı bir sistem kurmaya çalışan AKP yönetiminin yeni seçim sürecini böyle karşılayıp sunması gayet doğal. Zira baskıcı ya da demokratik her burjuva yönetim, seçim sistemi üzerinden kendini halkın tercihi olarak sunmak ister. Dahası iç ve dış politikadaki sıkışmışlıklarına rağmen AKP’nin ayakta kalma becerisi gösterebilmesinde, seçim oyunundaki başarılarının özel bir yeri vardır.
Henüz başlangıç aşamasında olan ekonomik krizin sonuçlarından kaçmak için genel seçimleri alelacele erkene çeken AKP iktidarının halihazırdaki en önemli sorunu krizin yıkıcı etkisidir.
Çalışma ve yaşam koşulları iyice çekilmez hale gelen emekçi kitlelerin desteğinin sürüp sürmeyeceği, seçimin kaderini belirleyecektir. AKP’nin seçim kampanyasını bir kez daha, kutuplaşmayı derinleştiren sert söylemler, “terörle mücadele” adı altında uygulanan baskı politikaları ve devlet terörü, yandaş medyanın gücüne dayanılarak yürütülen yalan ve demagoji kampanyaları vb. politikalar etrafında öreceği bugünden görünmektedir. Bu politikaların ve ittifak oyunlarıyla MHP desteğinin istenilen sonuçların alınmasına yetip yetmeyeceği ise henüz erken bir tartışmadır.
Ancak bugünden şu söylenebilir. AKP iktidarının kendi başına bu seçim sonuçları üzerinden kaybedebileceği çok az şey vardır. Isıtılmaya çalışılan “Belediyelerle geldiler belediyelerle gidecekler” türü liberal sol yaklaşımların gerçekle ilgisi yoktur. AKP tekelci sermayenin ve emperyalizmin ihtiyaçlarının ürünü olarak gelmiştir. Gitmesini ya bu güçlerin kendisi ya da işçi ve emekçilerin mücadelesi sağlayacaktır. Bunda artık kendi başına sandıkların, hele de 31 Mart’ta kurulacak olan yerel seçim sandığının özel bir rolü olmayacaktır.
***
Tek adam rejimi açısından demokratik bir seçim gerçekleşecek görüntüsü yaratmak anlaşılır ama düzen muhalefetine ne oluyor diye düşünülebilir. Adı üstünde düzen muhalefeti. Adı “tek adam” da olsa, her burjuva rejimin oyunun figüranı olacak bir muhalefete her zaman ihtiyacı vardır. “Can pahasına” geçmiş rejimi savunacaklarını söyleyen muhalefet partilerinin bu kadar kolay yeni düzene adapte olmaları, yalnızca onların omurgasızlığından gelmemektedir. Düzen muhalefeti çaresizdir de! Onlar için küçük bir seçim başarısıyla AKP’yi sarsmaya çalışmak, en azından kendi varlıklarını sürdürmeyi başarmak dışında yapabilecekleri bir şey yoktur. Bu partiler artık tek adam rejimine muhalefet partileri olmaktan çok “tek adam rejimi”nin muhalefet partileridir.
Bu genel tablonun dışında, her biri başlı başına rant kaynağı olarak belediyelerin elde tutulması ve yenilerinin eklenmesinin bir motivasyon kaynağı olduğunu da eklemek gerekir.
CHP’nin yine sağcı adaylardan medet uman, AKP’yi yenmek için AKP’ye benzeme politikasının da, İYİ Parti’nin şovenizm zehrine sarılarak MHP ile yarışta ayakta kalmaya çalışan yaklaşımlarının da olası sonuçlarını tahmin etmek zor değildir. Ancak muhalefetin elde edebileceği herhangi bir seçim başarısının artık düzen siyaseti için bile özel bir anlamı kalmadığı için, elde edecekleri sonuçların belirleyici bir önemi yoktur.
***
Bizi esas olarak ilgilendiren sosyalist olmak iddiasındaki reformist sola gelince... Burjuva partilerin bile adaylarını tam belirleyemediği bir süreçte reformist bazı kurum ve partiler tutumlarını ortaya koydular. Yaptıkları açıklamalara bakıldığında, seçimlerde en az düzen partileri kadar inisiyatif almaya hazır oldukları, en azından bir kısmının en az onlar kadar heyecanla süreci bekledikleri görülmektedir.
Elbette bu parti ve kurumlar, “seçimlerin artık gerçek anlamda seçim olmadığı”, “AKP-MHP iktidar blokunun devletin tüm imkanlarını kullanarak sonucunu önceden tayin etmeye çalışacağı bir aldatmaca” olacağı, “ülkenin seçim sürecine derin bir ekonomik kriz ve ağır bir siyasal baskı rejimi altında” girdiği olgularının farkında görünüyorlar.
Ancak, bu ve benzeri tespitlere, kriz süreci ve tek adam rejimine karşı mücadele ile seçim sürecinin birleştirilmesine dönük vurgular eşlik etse de, bunların bağlandığı alan özgün ve yeni değildir. Her seçimde reformist sol için temel taktik olarak gündeme gelen ortak aday yönelimi, değişik isimlendirmeler altında formüle edilen “mahalle meclislerine dayalı, demokratik, halkçı, kamucu” belediyecilik programları, bir kez daha reformist solun yerel seçim çalışmasının özünü oluşturacak gibi görünüyor.
Seçim süreçleri kitlelerin politizasyon düzeyinin, siyasal süreçlere olan ilgisinin güçlendiği dönemlerdir. Doğal olarak her siyasal oluşum kendi hedef ve amaçları doğrultusunda bu süreçten faydalanmaya çalışacaktır. Bu açıdan bakıldığında, düzen partileri gibi reformist sol yapıların da seçimlere bugünden hazırlanması şaşırtıcı değildir. Tuhaf olan, devrimcilik ve sol adına hareket ettiğini söyleyenlerin, derinleşen ekonomik kriz altında yaşam ve çalışma koşulları iyice bozulan, siyasal baskı rejimi altında neredeyse bütün demokratik hak ve özgürlükleri askıya alınan geniş kitlelere sandığı bir kez daha çözüm olarak sunmalarıdır.
Kazanılacak belediyeler üzerinden uygulanacak “halkçı, dayanışmacı politikaların sağ siyasetin ülkeye hakim olmasını engelleme”nin bir yolu olarak sunulması ya da merkezi iktidar tarafından gasp edilen “demokrasinin yerelden geliştirilmesi” gibi, temel sınıf ve iktidar ilişkilerini görmezden gelen yaklaşımları şimdilik bir yana koyuyoruz. En iyi durumda bile “halkçı belediyecilik”, bazı imkan ve kaynakların halk yararına kullanılmasının dar sınırlarını aşamaz.
Elbette belediyelerin emekçiler yararına kullanılmaya çalışılması yanlış değildir. Burada söz konusu olan yerel seçimler olduğunda, bunun nasıl yapılabileceği, gerektiğinde bir program olarak da ortaya konulabilir. Ancak kapitalizm koşullarında bunun sistemin doğasından gelen çok açık sınırları olduğu somut bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin üstünü örten, özellikle de yerel yönetimler üzerinden kapitalist sistemin yıkıcı etkilerinin giderilebileceğini savunan yaklaşımlar, sadece mücadelenin gerçek görevlerinden ve alanlarından uzaklaştıran bir rol oynar.
Çalışma ve yaşam koşullarının hiç olmadığı kadar kötüleştiği, işten atmaların yoğunlaştığı, alım gücünün düştüğü, ardı arkası kesilmez zamlarla hayat pahalılığının dayanılmaz boyutlara ulaştığı, tüm bu saldırılara tek adam rejiminin baskı ve terör politikalarının eşlik ettiği bir süreçte, artık oyuna dönmüş olan seçim süreçlerinin ve kazanılacak yerel yönetimlerin bu saldırıların püskürtülmesinde önemli bir manivelaya dönebileceğini düşünmek, budalalıktan değilse eğer çaresizlikten kaynaklanabilir.
Kriz karşıtı mücadele için bir araya gelip ortak bir yazılı açıklama yapmanın ötesine gidemeyenlerin, söz konusu seçimler olduğunda, eğer adaylık konusunda anlaşabilirlerse, ortaklaşmada ne denli mahir oldukları önümüzdeki dönemde ortaya çıkacaktır.
Sınıf devrimcileri 31 Mart yerel seçim sürecinde kendi devrimci programlarını yerel yönetimlerle bağlantısı içinde ulaşılabilecek en geniş kitleye ulaştırmak için güçlü bir çabayı zamanı geldiğinde ortaya koyacaklardır. Ancak yerel seçim gündeminin sınıf mücadelesinin temel görevlerinin yerine ikame edilmesine karşı bugünden mücadele edeceklerdir.
Günün görevi, işçi ve emekçilerin dikkatlerini, tek adam rejimi altında iyice anlamını yitiren seçim süreçlerine ya da tek bir genelge ile kayyım atanabilecek bir belediyenin kazara ele geçirildiğinde neler yapabileceğine çekmek değildir.
Görev, bağımsız bir sınıf hareketinin geliştirilmesi için fabrika fabrika, sektör sektör örgütlenerek, krize ve baskı rejimine karşı sınıf merkezli bir direniş hattı örmektir.
İlerici devrimci güçlerin, öncü işçilerin izlemesi gereken yol budur.