Türkiye’de yerel seçimlerin işçi ve emekçi kitleleri edilgenleştirip düzene bağlamak dışında ikili bir işlevi vardır. İlkin, her zaman birer rant ve rüşvet kaynağı olan yerel yönetimlerin hangi düzen partisi tarafından ele geçirileceği belirlenir. İkinci olarak da hükümet partisi için bir güvenoyu işlevi taşır. Sıradan bilinçli kitlelerin daha iyi hizmet beklentisiyle hükümet partilerine eğilim duymalarının ve devlet imkanlarının bu partilere büyük avantajlar sağlamasına rağmen, toplumsal algı böyle şekillendirilir. Dinci partinin 2002 seçimlerinde işbaşına gelmesiyle yeni bir görünüm kazanan ve şiddetlenen rejim krizi, her seçim dönemini düzen güçlerinin hesaplaşma sahnesine çevirdi. Dinci-gerici koalisyonun iktidarlaşma döneminde, yerel seçimler de en az genel seçimler kadar kıyasıya bir rekabet alanı haline geldi.
Ölüm-kalım meselesine dönen yerel seçimler!
Gündemdeki 30 Mart yerel seçimleri ise yerel yönetimlerin belirlenmesi sınırlarını çoktan aşmıştı. Henüz 2013 yılına girilmemişken bile 2014 yerel seçimleri tartışılmaktaydı. AKP iktidarı, bu seçimleri kazanmayı bir eşiğin atlanması, daha açık deyimle o güne kadarki iktidar mevzilerini güvenceye alma, iktidarını sağlamlaştırma dönemeci olarak ilan etmiş, tüm adımlarını buna göre atmaya başlamıştı. Bugüne kadar nasılsa sürdürmeyi başarabildiği “Kürt sorununda çözüm süreci” bu adımların en önemlisi olageldi. Dinci parti, topyekûn imha saldırısı boşa düşünce, Suriye’de iflasa sürüklenince, üstüne bir de Rojava çıkışıyla afallayınca, çareyi “İmralı görüşmeleri”ni başlatmakta buldu. Şimdiye kadarki tüm sürecin de tanıklık ettiği gibi, Kürt sorununda herhangi bir adım atmaksızın bu oyunu sürdürmeyi başardı. Her şeyin seçim sonrasına bırakılması Kürt hareketi tarafından da kabul edilmiş olduğu ölçüde, hedefini tutturmuş sayılır.
Ne var ki dinci-gerici parti yerel seçimleri hiç de düşlediği koşullarda karşılayamıyor. “Çözüm” aldatmacasının en şaşalı döneminde patlak veren Haziran Direnişi bütün planlarını altüst etti. AKP iktidarı ve şefi Erdoğan, Türkiye’de ve dünya kamuoyu nezdinde tüm tılsımlarını yitirdiler. Moral ve özgüven planında onulmaz yaralar aldılar. Bu arada dinci-gerici güçlerin kontrol altında süren iktidar ve rant dalaşması, direnişin yarattığı sarsıntıyla yeniden alevlendi. Sonu 17 Aralık operasyonuna varacak sürecin önü de böylece açılmış oldu.
Gerek Haziran Direnişi ile başlayan yeni dönem, gerekse 17 Aralık’la sıçrama yaşayan iç iktidar dalaşması, 30 Mart seçimlerini, gerici güçler payına öncesindeki hiçbir yerel seçimle kıyaslanmayacak bir ölüm-kalım meselesine dönüştürmüş bulunuyor. Fakat yalnızca onlar için değil, sermaye düzeninin toplamı için de tartışmasız bir önem taşıyor. Zira sermaye düzeninin daha şimdiden yeni biçim kazanan siyasi krizi, ekonomik ve sosyal hayatı derinden sarsmaya başladı. Düzenin tüm temel kurumları ve biçimsel demokrasisi, dolayısıyla ancak bu maskelerle sağlanabilen meşruiyeti geniş yığınlar nazarında büyük bir itibarsızlaşma yaşamaktadır. Yerel seçimlerden başlayarak gündemi işgal eden seçim takvimi, kitlelerin hiç değilse düzen sınırları içinde tutulması ve burjuva parlamenterizmine karşı alttan alta oluşan güvensizliğin giderilmesi için bir fırsat yaratmaktadır.
AKP’yi gözden çıkarmış Türk egemenlerinin ve şüphesiz emperyalist efendilerinin halihazırdaki en büyük açmazı AKP ve Tayyip Erdoğan karşısında yeterli oy desteğine sahip bir alternatifin olmamasıdır. CHP üzerinde yapılan işlemlerin kısa vadede sonuç vermemesi, siyasi krizi ve dolayısıyla ekonomik sarsıntıyı ayrıca şiddetlendirmektedir. Düzenin bu koşullara rağmen en büyük avantajı ise işçi ve emekçi kitlelerin, bilinç, örgütlenme ve mücadele bakımından düzen sınırlarını henüz zorlamaması, sahte kutuplaşma ve taraflaşmaların etkisine karşı savunmasız olmasıdır. Bu koşullarda seçimler, kitlelerdeki tepki birikiminin yatıştırılmasında, düzene dair meşruiyet algısının onarılmasında önemli bir olanağa dönüşmektedir.
Düzenin sol payandaları
Ana gövdesiyle parlamenterizme gömülmüş reformist Türkiye solu da bu konuda elinden gelen katkıyı yapmaktadır. “Çözüm” aldatmacasının etkisi en çok bu kesimde karşılık buldu. Denebilir ki son bir yıl boyunca toplumsal-siyasal yaşamda, iç ve dış politikada cereyan eden her olay ve gelişme bu tasfiyeci aldatmacayla ilişkilendirildi. Saflar bunun üzerinden belirlendi, ittifaklar bunun süzgecinden geçerek oluştu. AKP iktidarının ve aldatmacanın iç yüzünü geniş kitleler nezdinde teşhir eden Haziran Direnişi ise zaten oluşmuş bulunan saflaşmaların daha da netleşmesini sağladı.
Gelinen yerde komünistlerin temsil ettiği bağımsız devrimci sınıf çizgisi dışında Türkiye solu iki ana reformist kampta kümelenmiş durumdadır. Biri Kürt hareketinin “demokratik özerklik ve cumhuriyetin demokratikleştirilmesi”, öteki ise cumhuriyetin kazanımlarını korumak ve geliştirmek çerçevesinde “ulusalcı cumhuriyet” bayrağını taşımaktadır. Düne kadar devrimcilikte ısrar eden (ve hala da bu iddialarını sürdürebilen) irili-ufaklı bir dizi grup ve çevreden bu kamplardan birini ya da ötekini açık veya zımni olarak destekleyenleri saymak bile gerekmiyor. Zira bu kuyrukçu yedeklenmeye teoride kılıf giydirme uğraşları, pratiğin acımasız aynasında kendiliğinden tuzla buz olmaktadır zaten.
Bu iki reformist odağın en tartışmasız ortak özelliklerinden biri burjuvazinin köhnemiş cumhuriyetine sahip çıkmaksa, öteki de parlamenterizm kulvarına boylu boyunca uzanmış olmaktır. Her iki reformist odağın üçüncü bir ortak paydası, Haziran Direnişi’nden parlamenter hayallerine dayanaklar çıkarmalarıdır. Düzenin maskelerini militanca yırtan direnişin ateşi henüz canlıyken, onlar AKP iktidarını yerinden etmenin reçeteleriyle dolaşmaya ve “sol iktidar” seçeneği olarak öne atılmaya başlamışlardı bile. 17 Aralık sonrasında parlamenter hayaller iyice körüklenmiş durumdadır. Her biri iddialı bir şekilde “yerel iktidarlaşma”nın kapıda beklediğini düşünmektedir. Bu birinde “halkçı, demokratik, katılımcı, toplumcu bir yerel yönetim anlayışını kitlelere ulaştırma ve onları yöneten konumuna getirme tarihsel hedefi” (Ankara Ortak Sol Aday Meclisi), ötekinde “güçlü, demokratik ve özerk yerel ve bölgesel yönetimler” ve “yerel demokratikleşme” (HDP) söylemleriyle dile gelmektedir.
Tasfiyeci tükenişin son noktası
Tüm bunlardan anlaşılabileceği gibi her iki reformist odağın en temel ortak paydası, düzenin seçim hesaplarına gönüllüce, hem de büyük bir hevesle dahil olmaktır. Sanki öncekiler burjuvaziye daha az hizmet etmişler gibi, son 11 yıl üzerinden tüm kötülükleri salt AKP’ye havale eden reformist kanat (TKP, Halkevleri, ÖDP, EHP), AKP’nin geriletilip yenilmesini düstur edinmiş olduklarını ilan etmekle kalmıyor, “kitlelerin sağa mahkum” edilmediği yerlerde düzen solunu destekleyeceklerinin açık sinyallerini de veriyorlar. HDP ise her ne kadar AKP’yi zayıflatmaktan bahsetse de “çözüm sürecinde” muhatapsız kalmamak adına, başta Kürt illeri olmak üzere gücünün olduğu yerlere odaklanmakta, AKP’den çok öteki düzen partilerine karşı bir propaganda yürütmektedir.
Kısacası Türkiye solu için seçimler merkezi ve yerel kurumlarıyla burjuva parlamenterizmini ve düzen gerçeğini işçi ve emekçi kitlelere daha geniş ölçekte teşhir etmenin olanağı değil, düzen zemininde “demokratikleşme”, “yerel iktidarlaşma” hayalleri yaymanın aracı haline gelmiştir. Çözümün düzeni yıkıp aşmaktan, demek oluyor ki devrimden geçtiğini propaganda etmenin değil, burjuva demokrasisi aldatmacasının sürdürülmesine hizmetin kanalı olmuştur. Kitleleri militan mücadeleyi yükseltmeye çağırmanın, düzenin halihazırda yaşadığı yıpranmayı derinleştirecek militan kitle mücadelesini geliştirmenin değil, kitlelerin yatıştırılıp yedeklenmesinde burjuva düzene desteğin yoluna dönüşmüştür. Ve bu yeni bir olgu değil, tasfiyeci sürüklenişin ve tükenişin 2002 seçimleriyle ivme kazanan evriminin son noktasıdır.