Dünya kapitalizmi ‘70’li yıllardan beri genel bir durgunluk ve bunalım içerisindedir. Bu olgu, son kırk yıldır kapitalist sistemin dünya ölçeğinde teklediğini ve ciddi bir kriz içerisinde debelendiğini göstermektedir.
Kapitalistlerin krize yanıtı ise, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerindeki sömürüyü dünya çapında yoğunlaştırmak oldu. “Genel bir durgunluk içinde bulunan kapitalist dünya, bu sınırlardaki bir krizin genel bir yıkıma dönüşmesini ikili bir mekanizma ile engelleye geldi. Bunun bir yolu, neo-liberal saldırı politikaları ile bir yandan sömürüyü yoğunlaştırmak ve öte yandan ise sermaye için yeni karlı sömürü alanları açmak oldu.” (Bütünlüğü içinde kapitalizmin krizi, EKİM, Sayı: 256)
Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, işçi sınıfı ve emekçileri hedef alan saldırı politikaları “küreselleşme” adı altında adeta dizginlerinden boşaldı. Bu süreç içerisinde emekçilerin büyük mücadelelerle ve can bedeli kazandığı haklar bir bir gasp edildi.
Türkiye’de ise, işçi sınıfının yaşamı ve çalışma koşulları üzerinde çok yönlü ve yıkıcı sonuçlar yaratan neoliberal saldırı programlarının önü 12 Eylül askeri faşist darbesi ile birlikte açıldı. Faşist darbenin hemen ardından toplumsal mücadele dinamikleri bastırıldı. Devrimci hareket kıyımdan geçirildi. Sınıf ve emekçilerin örgütlülükleri dağıtıldı. Böylece neoliberal saldırı programını uygulama konusunda her türlü engel ortadan kaldırılmış oldu.
Krizi emekçilere fatura etmek için devreye sokulan sosyal yıkım programları, sadece işçi sınıfının üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırmakla kalmadı. Aynı zamanda taşeronluk vb. esnek çalışma biçimleri üzerinden sınıfı bölerek, atomize ederek örgütlenme alanında da ciddi tahribatlara yol açtı, sınıf bilincinin gelişmesinin önüne yeni yeni engeller çıkardı.
Sınıf mücadelesinin önemli dinamikleri olan sendikalar, 12 Eylül’le birlikte bürokrasi aracılığı ile daha güçlü bir şekilde sermayenin denetimi altına sokuldu. Faşist baskı ve zorbalık sayesinde neoliberal saldırıları azgın bir şekilde hayata geçiren sermaye, böylelikle sınıf hareketini içeriden de kötürümleştirmenin imkanlarına kavuşmuş oldu.
12 Eylül sonrası işçi sınıfı ve emekçilerin bilincini dumura uğratan ve hareketini sınırlandıran bir diğer önemli etken ise, burjuva gericiliğinin sınıf üzerinde yoğunlaşan etkisidir. Bilindiği üzere, 12 Eylül’ün düzlediği zeminde bir yandan kapsamlı neoliberal saldırı programları hayata geçirilirken öte yandan gerici burjuva akımlara toplum çapında geniş bir alan açıldı. Başta siyasal İslam olmak üzere, her türlü burjuva gericiliği işçi sınıfı ve emekçileri kontrol altında tutmanın, hareketsiz kılmanın önemli araçları olarak sermaye tarafından sistemli biçimde kullanıldı/kullanılıyor. Bu durum özellikle işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında ideolojik, sosyal ve kültürel açıdan son derece ağır sonuçlar doğurdu.
Özetle, Türkiye işçi sınıfı neoliberal saldırı programlarıyla, faşist baskı politikalarıyla, burjuva gericiliği ile, sermayenin ajanları olarak hareket eden sendika bürokratlarıyla on yıllardır çok yönlü ve ağır bir kuşatma altında tutulmaktadır. Tüm bu ağır koşullara ve çok yönlü kuşatmaya rağmen işçi sınıfı ve emekçiler artan baskı ve sömürü karşısında önemli çıkışlar gerçekleştirmiş; ‘89 bahar eylemleri, büyük madenci yürüyüşü, kitlesel Ankara mitingleri, TEKEL direnişi, metal fırtına vb. eylemler üzerinden kendisini ortaya koymayı başarmıştır. Fakat tüm bu anlamlı çıkışlar işçi sınıfının gerek bilinç, gerekse örgütlenme alanında yaşadığı sınırlara takılmış, sınıf hareketinin ileri bir düzeye sıçramasının manivelaları olamamıştır.
Saldırıları püskürtmek, kuşatmayı parçalamak için siyasal bir sınıf hareketi
Bugün bir kez daha kapitalist sistemin çelişkilerinin keskinleştiği, kriz koşullarında işçi sınıfı ve emekçileri hedef alan sömürü politikalarının yoğunlaştığı, faşist baskı ve zorbalığın dizginlerinden boşaldığı bir süreçten geçiyoruz. Yapısal sorunlarla boğuşan kapitalist sistemin Türkiye’de ve dünyada çok yönlü ve karmaşık siyasal gelişmelere sahne olduğuna tanıklık ediyoruz.
Tüm bu gelişmeler karşısında öfkesi her geçen gün büyüyen, çeşitli eylem ve direnişlerle kendisine çıkış yolu arayan işçi sınıfını bağımsız devrimci sınıf çizgisine kazanmak, bu sağlam zemin üzerinden sermayenin karşısına çıkarmak kritik bir önem taşımaktadır. Bunun yolu ise, sınıf hareketini on yıllardır içeriden ve dışarıdan kuşatan engelleri aşmaktan, işçi sınıfını devrimcileştirmekten ve devrimci bir sınıf hareketi yaratmaktan geçiyor. En başta sınıf devrimcilerinin omuzlarında duran bu görev, TKİP V. Kongresi’nde en özlü biçimde şu şekilde tanımlanıyor: “Sınıf hareketi açısından artık yeni bir dönem başlamıştır. İşçi sınıfının önüne kurulan çeşitli türden barikatları da aşarak kendi tarzında mücadele sahnesine akmasıyla belirlenen bir dönem olacaktır bu. Partimizin görevi bu gelişmeyi her yolla hızlandırmak, onu devrimci bir siyasal mecraya çekmek, devrimci bir çizgide örgütleyip geliştirmek için en azami çabayı harcamaktır.” (TKİP V. Kongre Bildirisi, EKİM, Sayı: 298)