AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın U dönüşleri “sıradan” olsa da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a dair ettiği sözler, saray rejiminde işlerin sarpa sardığına dair bir izlenim yaratıyor. Suriye’nin yıkım planı emperyalist/siyonist güçler tarafından hazırlansa da Türk devletinin sınırsız suç ortaklığı olmadan hayata geçirilemezdi. Dolayısıyla iktidarda olan AKP’nin şefi başta olmak üzere dinci-gericiliğin önde gelen figürleri ile devletin kritik mevkilerini işgal edenler Suriye’nin yakılıp yıkılması, yüzbinlerin ölümü, milyonların sürülmesi gibi suçların önde gelen failleri arasındadır. Ancak uluslararası ilişkilerde zorbaların kanunu geçerli olduğu için bu ağır suçları işleyenlerden yazık ki hesap sorulamıyor. İşledikleri bunca suç, değim uygunsa yanlarına kar kalıyor.
Suriye söz konusu olduğunda halklara karşı işlenen suçlarda bir numaralı failin AKP şefi olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Suriye’nin yakılıp yıkılması konusundaki ısrarı, ABD emperyalizmini bile gölgede bırakmıştı. NATO’nun Suriye’yi bombalaması için defalara çağrı yapan Erdoğan, yıllar süren bir histeri nöbetine tutulmuştu. Şam’daki Emevi camisinde namaz kılabilmek için Suriye’nin tıpkı Libya gibi emperyalist savaş aygıtı NATO tarafından yakılıp yıkılmasını döne döne talep etti. Büyük tekellerin hizmetindeki kapitalist devletler, çıkarları gereği ülkeleri işgal eder, yakıp/yıkar, insan kıyımı yapar bundan dolayı ne ayıplanır ne bu suçların hesabı sorulur. Bunlar yetmiyormuş gibi, cellatlar katlettikleri halkların dostu diye de kendilerini pazarlamaktan da geri durmazlar. Bu iğrenç riyakarlığa dayalı politika izleyenler arasında AKP şefinin pervasızlığı yıllardan beri dikkat çekmektedir.
Erdoğan süreç içerisinde döne döne Esad’a hakaret etti, olmadık sıfatlar isnat ederek suçladı. Bunların ardından Esad’la tekrar “ailece görüşebiliriz, Ankara’ya davet etmeye hazırım” mealinde laflar etmesi içerisinde bulunulan krizin boyutlarını göstermektedir. Genelde Suriye’ye özelde liderine bu kadar düşmanlık yapan Erdoğan’ın yıllardan beri “katil” diye andığı Esad’ı Ankara’ya davet etmekten söz etmesi, izlenen yayılmacı, saldırgan dış politikanın devletin tepesindeki kişi tarafından iflasının itirafıdır. Ancak bu itiraf bir zihniyet değişikliğinden değil, koşulların zorlamasından kaynaklanıyor. İflas eden politikanın yarattığı sorunları bir şekilde hafifletmeye çalışan bir zihniyet var.
Yayılmacı, saldırgan zihniyette bir değişikliğin olmaması, halen Suriye ile “normalleşme” çabalarının en büyük engelidir. Zira Suriye yönetimi ve lideri Esad Türkiye ile ilişkileri normalleştirmekten yana olmakla birlikte, bunu Erdoğan önerdi diye değil, yarısı yıkıma uğramış ülkelerini işgalcilerden kurtarma hedefine ulaşmak için yapıyorlar. Bu arada Türkiye saldırgan konumda olmasına rağmen ne Suriye yönetiminin resmi açıklamalarında ne Esad’ın konuşmalarında diplomatik sınırları aşan ifadeler kullanılmadı. Esad, AKP şefinin küfür salvolarına yanıt vermedi. Esad yönetimi, vazgeçilmez taleplerinin kabul edilmesini koşul sayıyor:
“İşgalci konumdaki Türk ordusu Suriye topraklarından çekilmeli, saray rejimi cihatçı çetelere verdiği desteği kesmeli, İdlib’deki cihatçı terör örgütlerinin kurduğu ‘El Kaidestan’a Türk devletinin sağladığı himaye kaldırılmalı...”
Normalleşmenin önündeki temel sorunlar halen burada düğümleniyor. Zira Suriye’nin bu talepleri karşılanmadan ilişkilerin yeniden kurulmasının bir anlamı olmaz. Nitekim Erdoğan’la görüşmesi yönünde Rusya’nın yaptığı telkinlerine rağmen, Esad bundan uzak duruyor. Olağan koşullarda bu tutumunu değiştirmesi için bir neden de bulunmuyor.
***
Belirtmek gerekiyor ki, Türk devletinin Suriye’ye müdahalesi yeni değil. 12 Eylül faşist cuntası döneminde de Suriye’deki Müslüman Kardeşler (İhvan) desteklenmiş, terör eylemlerini yaygınlaştırmaları kışkırtılmış, 1982’de CIA ve MİT’in destek ve teşvikleriyle işi ayaklanma girişiminde bulunma noktasına vardırmışlardı. Hama ve Hums şehirlerindeki kalkışma kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra İhvan’ın şefleri Türkiye’ye yerleştiler. Buna karşın önceki müdahalelerin boyutu hep sınırlı kalmıştı. Oysa 2011’den sonra küstahlık öyle bir boyuta vardırıldı ki, Şam’da yönetimi değiştirip Emevi camisinde namaz kılacaklarını ilan etmekte en ufak bir mahcubiyet duymadılar. “Suriye iç sorunumuz” diyebilecek kadar zıvanadan çıktılar. Bu iddianın boş olduğu görüldü. Zira üç ay sonra Şam’da namaz kılmak bir yana 13 yıl sonra Erdoğan Esad’ı Ankara’ya davet etmekten söz etmek zorunda kaldı. Ancak bu sürede biriken sorunlar öyle bir boyuta vardı ki, saray rejimi de bunların üstesinden nasıl geleceğini bilmiyor. Çünkü her türlü vahşeti pervasızca uygulayan cihatçı çetelerle saray rejimi/Türk devleti o kadar iç içe girmiş ki, çeteler o kadar farklı alanlarda kullandı ki, bedeller ödemeden onların takacağı çelmelerin üstesinden nasıl geleceğini Erdoğan’da bilmiyor. Onları rahatsız eden bir gündem oluştuğunda, kurdukları cinayet ve talan saltanatı için risk yaratacak gelişmeler gündeme gelince hemen ayağa kalkabiliyorlar. Bunun son örnekleri geçen haftalarda belirgin bir şekilde görüldü.
Suriye ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve Erdoğan-Esad görüşmesinden söz edilince ayağa kalkan saray rejiminin beslediği çeteler işgalci Türk ordusunun mevzilerine saldırmış, Türk bayraklarını parçalamış, saray rejimini kendilerine ihanet etmekle suçlamışlardı. Birçok kişinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalar olmuş, ancak sonrasında tarafların anlaştığı söylenmişti. Bu olaylar henüz ortada bir anlaşma veya herhangi bir somut adım yokken yaşandı. Somut adımların atılması durumunda olayların tekrar başlayıp farklı boyutlar alması kaçınılmaz.
Saray rejiminin yayılmacılık hevesinden vazgeçmemesi bir sorunken, cihatçı çetelerin yarattığı basınç ise ayaklarına dolanan bir pranga gibidir. Dolayısıyla Suriye ile normalleşmek ya da Esad-Erdoğan görüşmesinin gerçekleşmesinin önünde halen de ciddi engeller var. Tarafların Irak hükümetinin arabuluculuğu ile Bağdat’ta görüşmelere başlayacakları açıklandı. Ancak bu yönde medyatik vaazlar verilse de kısa sürede somut değişikliklerin olması halen kolay görünmüyor.
Şoven ırkçıların kullandığı mülteci sorununu da yaratan saray rejiminin dış politikası duvara toslamış durumda. Bu uğursuz politikanın yarattığı yıkımdan sadece komşu ülkelerin halkları değil Türkiye işçi sınıfı ile emekçiler de payını aldı. Dolayısıyla emekçilerin işgalci/yayılmacı politikaya karşı çıkmaları kritik bir önem taşıyor. Türk ordusunun işgal ettiği Suriye topraklarından çekilmesi, cihatçı çetelere aktarılan kaynakların kesilmesi ve İdlib’deki cihatçı terör örgütlerinin emirliğine sağlanan korumanın kaldırılması emekçilerin de talepleri olmalı, Suriyeli göçmenleri hedef alan ırkçı saldırılara da karşı durup işçilerin birliğini halkların kardeşliğini savunmalıdırlar.