Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 12 yıl aradan sonra Irak’a gerçekleştirdiği ziyaretin yankıları Türkiye’de olduğu gibi Ortadoğu’da da sürüyor. Aylar öncesinden Bağdat-Ankara-Erbil hattında mekik dokuyan askeri-sivil bürokrasi, “Padişahım çok yaşa” havasında bir karşılama töreni için fazlasıyla efor harcamış ve nihayet “ulu Kağan” bütün haşmetiyle Irak’ta “zuhur” etmişti. Lakin gelmesine vesile olan çok sayıda sorun da bu arada iyice birikmişti. “Yeni-Osmanlıcı” hayallerin eksenini oluşturduğu dış politikanın yarattığı tahribatı giderme amacı da taşıyan ziyarete yapılan övgüler Ankara’dan Bağdat’a köprü oluşturabilecek uzunluktaydı. Hal böyleyken Erdoğan’dan beklenen üstten buyurmacı performans yerini daha dikkatli ve itinalı bir dile bırakmıştı.
31 Mart seçimlerinde uğradığı büyük hezimetin yarattığı derin huzursuzluk hali eşliğinde gerçekleşen ziyaretten beklentiler oldukça yüksekti. Ayrıca 31 Mart yerel seçimlerinden hırpalanarak çıkan Erdoğan öncülüğündeki gerici-faşist koalisyonun bir başarı hikayesi yazma ihtiyacı da hasıl olmuştu. Büyük yenilginin saflarda yarattığı dağınıklığı ve moral bozukluğunu zaman kaybetmeksizin gidermek gerekiyordu. Ekonomik göstergeler dip noktayı görmüş ve sadece kısa vadede ödenmesi gereken borç miktarı 200 milyar dolara ulaşmış durumda. İflasın eşiğine gelmiş ülke ekonomisine nefes aldırabilecek kimi hamlelerin yapılamaması durumunda vaziyet daha da vahim olacak. Bir taraftan uluslararası sermayenin girişini kolaylaştırmak, diğer taraftan bölge ülkeleriyle bozulan ilişkileri düzeltmeye çalışarak körfez sermayesini cezbeden adımlar atmaktan başka çözüm yolu yok gibi.
Bu ahvalde gerçekleşen Erdoğan’ın ziyareti daha çok güvenlik, ticaret yolu ve su sorunu gibi gündemler üzerinden yansıtılsa da esas mesaj uluslararası sermaye çevrelerine verildi. Bölgede yükselen bir güç ve komşularıyla sorunlarını çözebilme kapasitesi olan bir ülkenin finans tekelleri için yarattığı “güvenli fırsatları” görünür kılmaya çalıştı. Bu bağlamda Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin sağlayacağı finansmanla, Basra’dan Edirne’ye entegre bir ticaret yolunun önümüzdeki 25-30 yıl arasında hayata geçirilmesi düşünülen proje de bu ihtiyaç üzerinden gündeme getirildi.
“Kalkınma Yolu” olarak adlandırılan projenin evveliyatı 20 yıl öncesine dayanmakta ve bu konuda iki ülkenin Ulaştırma ve Ticaret bakanlıklarının imzalamış olduğu ön mutabakat ve protokoller var. Ne var ki Türkiye’nin “güvenlik” kaynaklı öncelikleri, Kürt Petrolünü bu süre zarfında KDP gibi bir ortakla ucuza mal ediyor olması ve bölgeye ilişkin yayılmacı güdülerinin etkisindeki dış politika iki ülke arasındaki ilişkilerde soğuk rüzgarlar estirdi. Fakat gelinen yerde mevcut haliyle ilişkileri devam ettirebilmenin zorlukları ve hatta imkansızlıkları yeni bir sayfa açmayı zorunlu kılmış görünüyor. Bahse konu olan “Kalkınma Yolu” projesinin kapsamı, maliyeti, çeyrek yüzyıllık bir zamana yayılıyor olması ve en önemlisi güvenliği göz önüne alındığında işlerin çok kolay olmayacağı aşikar. Hele de Ortadoğu gibi bir coğrafyada kurulan denklemleri değiştirme ya da bozma kapasitesi bulunan bir dizi bölgesel ve uluslararası aktör varken.
Bölgenin realitesi dikkate alındığında, anlaşmanın, imza atan dört ülkenin (Türkiye, Irak, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri) inisiyatifiyle hayata geçirilmesi mümkün görünmüyor. Nitekim atılan imzaların mürekkebi kurumadan aykırı sesler ve argümanlar dillendirilmeye başlandı. Basra körfezine kurulacak olan Faw Limanı’nın enerji, iletişim, kara ve demir yollarıyla Türkiye üzerinden Avrupa’ya entegrasyon sağlama kapasitesi taşımadığı ve alternatif güzergahların tercih edilmesi gerektiği yazılıp çizilmeye başlandı. Orta koridor olarak da adlandırılan Kalkınma Yolu projesi, yarattığı fırsatlar kadar İran, Suudi Arabistan gibi etkili bölgesel aktörler için ciddi dezavantajlar barındırıyor. Öncelikle İran’ın içinde olmadığı Irak’a ilişkin ya da onunla beraber yapılan hesaplar, özü itibariyle yok hükmündedir. En azından bugünün güç dengeleri, bölge ülkeleri arasındaki ilişkiler, özellikle de İran’ın Bağdat üzerindeki güçlü etkisi göz önüne alındığında bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Stratejik anlam biçilen anlaşma metninin “Kalkınma Yolu” projesinin dışındaki diğer iki maddesini son yılların akut sorunu olan su ve “güvenlik” oluşturmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinden iki ülke arasındaki anlaşmalara göre akıtılması gereken su miktarı konusunda Türkiye taahhütlerini yerine getirmediği için yıllardır devam eden bir gerginlik söz konusu. Son yıllarda Türkiye tarafından bir tehdit unsuru olarak kullanılan su kaynakları ve vaat edilen su miktarının verilmemesi Irak’taki tarım arazilerinin üçte birini kullanılamaz hale getirmiştir. Rejimin aynı tehdit dili ve uygulamaları özellikle de Rojava’ya karşı son yıllarda ayyuka çıkarmış bulunuyor. Su sorunu, temel gıda maddelerine erişim ve bir bağımlılık sorunudur aynı zamanda. Şüphesiz iki nehir üzerine kurulan barajlar, buharlaşma oranındaki artış, iklim değişikliği, suyun kullanımındaki ilkel metotlar ve başka faktörlerin de etkisiyle su kaynaklarına erişim gittikçe güç bir hale gelmektedir. Her ne kadar “iyi niyet” beyanı adına heyetler oluşturulmuş olsa da su paylaşımı iki ülke arasındaki temel sorunlardan biri olmaya devam ediyor.
Diğer önemli ve hatta stratejik anlam biçilen üçüncü temel başlık ise “güvenlik sorunu” diye tanımlanan PKK’ye karşı mücadele ortaklığıydı. Saray rejiminin Erbil’in de dahil edilmesiyle üçlü bir mekanizmanın ve ortak bir karargahın kurulması fikri, şimdilik PKK’nin “yasaklı örgüt” ilan edilmesiyle geçiştirildi. Lakin halen Merkez Bankası’nın ABD emperyalizmi tarafından yönetildiği Irak’ta Şii’si, Sünni’si, Kürt’ü ve Türkmen’iyle parçalanmış bir siyasal yapıdan murad edilen tavizleri koparmanın kolaylıkları kadar zorlukları da var.
Ne var ki 12 yıl aradan sonra Bağdat’a teşrif buyurmuş olan “Ümmetin Halifesi”ni eli boş göndermek de uygun düşmezdi. Rüşveti istediği gibi olmasa da “yasaklı örgüt” ilanı kullanışlı olması bakımından fena sayılmazdı. Aylar öncesinden Dışişleri ve Savunma Bakanı başta olmak üzere Genelkurmay Başkanı ve MİT’in başını çektiği ziyaret enflasyonu, istenilen kıvamda olmasa da iç kamuoyuna propaganda yapma imkanı sunan birtakım sonuçlar yaratmış görünüyor.
Ziyaretin ana ayaklarını oluşturan şey sadece Kürt hareketine karşı bir konsept oluşturmak olmasa da bu sorunun güvenlik boyutunun kısmen de olsa minimize edilemeden bir milim yol alınamayacağı da bir kez daha görüldü. Irak hükümetinin mevcut koşullarda PKK’ye karşı bir hamle yapmayacağı ancak harekat alanını daraltan birtakım adımlar atabileceği bir kez daha anlaşılmış oldu. PKK kadrolarına mülteci statüsü verilmesi, siyasal faaliyetlerine kısıtlama getirilmesi gibi öneriler de bunu doğrulamaktadır.
Sonuç itibariyle Erdoğan’ın ziyaretine beklenenin ötesinde anlam yükleyenler ve bölgesel çapta “denklem değiştirici” gözüyle bakanlar kısa sürede yanılgılarıyla baş başa kalacaklar. Sömürgeci Türk devleti bütün bir kuşatmasına rağmen Irak merkezi hükümetiyle PKK arasındaki ilişkide denklemi değiştirebilecek bir sonuç elde edemedi. Ayrıca egemen bir ülkenin topraklarında Kürt hareketini bahane ederek ardı arkası kesilmeyen operasyonlar yürütmek, sınır ihlallerini rutinleştirmek ve işgali 30 km derinliğe taşıma hevesleri devam ederken “ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açma” isteğinin samimiyetsizliği apaçık ortadadır.
Halen terk edilmeyen Yeni-Osmanlıcı hayallerin eksenini oluşturduğu bir dış politika ile iyi komşuluk ilişkilerinin kurulması mümkün değil. Hal böyleyken bu yönde laflar etmek kaba riyakarlıktan öte bir anlam taşımaz. Yıllarca Irak’taki merkezi otoriteyi baypas ederek Güney Kürdistan’ı arka bahçesine çevirip petrol hırsızlığı yapanlar bugün Bağdat’ta pişkin bir halde iki ülke ekonomisinin entegrasyonu hakkında “dahice” önerilerde bulunabiliyorlar.
Gerici Türk sermaye devleti tarihinin en kapsamlı iktisadi ve siyasal kriziyle karşı karşıya bulunuyor. Uluslararası sermayenin operasyonlarına fazlasıyla açık hale gelmiş ülke ekonomisi yönetilemiyor, adeta sürükleniyor. Toplumun geniş kesimlerine yoksulluğu kılcal damarlarına kadar hissettirecek bir ekonomik reçete uygulanmaya başlamıştır.
Dinci-faşist AKP-MHP koalisyonu içinde çırpındığı derin ekonomik kriz halini aşmak için “Şimşek” hızıyla uluslararası piyasalarda borç arayışındayken, bölgede yeni bir ağırlık merkezi oluşturabilecek hareket kabiliyeti de gittikçe daralıyor. Kuşkusuz Ortadoğu denkleminde büyüyen açmazlarına rağmen yapabilecekleri vardır, ama bunun da sınırları ve emperyalist ağabeylerinin bölgesel çıkarlarıyla uyumlu olması zorunluğu da var. Siyonist İsrail’in Gazze’ye saldırısı ve İran’la yaşadığı kapışmanın yarattığı bölgesel basınç karşısında ne yapacağını şaşırma hali bunun somut örneklerinden biridir. Seçim öncesi davul zurna eşliğinde Güney-Kürdistan’da PKK’ya karşı düzenlemeyi planladığı büyük askeri operasyonu en azından bir süreliğine ertelemiş görünüyor olması da bir başka örneği teşkil etmektedir.
ABD emperyalizminin olurunu alamadan bölgede oyun kuruculuk ya da kendine has eksen oluşturmanın yaratacağı zorlukları aşabilmek, bugünün Türkiye’si için kolay değildir. Irak ve Suriye başta olmak üzere bölgede atılabilecek her ciddi adım Waşington ve Moskova’nın bilgisi dahilinde ve ancak onların vereceği icazetle mümkün olabilir. Irak merkezi hükümetiyle bugün için stratejik anlamlar biçilerek imzalanan metinlerin uygulanması da ancak bu aynı güçlerin çıkarlarıyla çelişmediği sürece mümkün olabilir.